Anadolu'nun koynunda çağıldayan bir serin dere…

Anadolu’nun kendi halinde akıp gider gibi görünürken birden bire dört beş koldan bir araya gelip Yeşilırmak’a, Kızılırmak’a, Menderes’e, Ceyhan’a, Sakarya’ya, Dicle’ye, Fırat’a dönüşüveren binlerce dereciğinden birinin akışına karıştı şimdi...

Anadolu'nun koynunda çağıldayan bir serin dere…
 1998 yılının baharına kavuşmak üzere memleket... İbrahim Dayı’mızın oğlu evlenecek Merzifon’daki köyünde, biz de İstanbul’dan üç kişi gidip katılacağız. İstanbul cangılında hiçbirimizi yalnız bırakmayan ‘Dayı’, sakin köyündeki mutlu gününde bizlerden birilerini de görecek elbette yanında...

Köye varıp ‘merhaba’ diyoruz. Yol uzundu ama biz iyiyiz. Soluklanıp bir şeyler yiyoruz önce, sonra o önde biz arkada köyü gezmeye başlıyoruz. Burada kimler oturur, şu geçen kimlerdendir, ‘bizimkiler’le nerede ne konuşmuşlar, ne yapmışlar… Yıllardır asıl olarak İstanbul’da yaşasa da, köyünün güncel bilgisine de geçmişine de tam anlamıyla hâkim Dayı. Evrensel’in Zeytinburnu’ndaki beş katlı binasına ve bizlere nasıl hakimse… ‘Alan raporu’ tam olacak, kesin olacak, doğru olacak devrimcinin her zaman! Bunlar hep ilk şart!

Henüz köyde oturduğu zamanlarda yaşanan bir depremle yıkılmış eski evlerin kalıntılarını gösteriyor sonra. Kendi ailesinin evi de var aralarında. “Devlet yardım edecek dediler kimse kendisi yeniden yapmaya kalkışmadı. Sonra yardım eden de olmayınca bu evler böyle kaldı işte” diye anlatıyor can kaybı olmasa da herkesi korkutmuş bir eski hatırayı unutturmayan, kırılıp dökülmüş kerpiç yığınlarının öyküsünü... Tam kötü anıların orta yerine kötü haber yetişivermesin mi! Komşu köyden biri, Dayı’nın köyünün girişinde takla atmış arabasıyla, göçüp gitmiş dünyadan. Dayının yüzü bulutlanıveriyor. Adamcağıza yanıyor uzun uzun. Sonra, “Düğün olmaz artık toplayın ortalığı içeriye” diyor evdekilere. Düğüne katılmaya gitmiş biz üçümüz Dayı’yla birlikte evin bir odasında buluveriyoruz sonra kendimizi. Gelen giden oluyor arada. Gün batıp akşam ilerleyince, “Rakıyı verin buraya” diyor Dayı. “Duyulursa ayıp olmasın köylüye” diyecek oluyoruz. “Olmaz, evin içinde kendi kendimize içeceğiz. Düğün yoksa yok işte” diyor… 

Dayının çok canı sıkılıyor bu işin böyle olmasına. Metin Göktepe’nin cenazesinden sonra Evrensel’in Yenibosna’daki ilk binasında canı çok sıkılırken ama işini yapmayı da ihmal etmezken görmüştüm ben onu zaten ilk. Kolayına sıkılmaz canı, devrimci her şeyin bir çaresini bulur çünkü ona göre, ölüm hariç. Biz de sıkılıyoruz, sıkıla sıkıla içiyor herkes. Sonunda yavaş yavaş bir sohbet kuruluyor. Dayı nadir giriyor söze ama varlığıyla bizi sabaha kadar konuşmaya ikna ediyor. Sonra iki arkadaşı o odada yatırıyoruz, biz de yan odaya geçiyoruz. Dayı’yla yer yataklarımız serilmiş, uzanıyoruz. O ne, yatağımın altından bir su şırıldıyor… Dayı depremden sonraki yeni evi yaparken o odayı köyden geçen dereciğin üzerine kuruvermiş! “Barış, bu suyun sesiyle uyumayı özlüyorum bak işte İstanbul’da” diyor… 


Yol yorgunluğunun üzerine sabaha kadar içkili sohbet gelmiş ama üç saat sonra uykuya tıka basa doymuş olarak uyanıyoruz kendiliğinden! Köyün mis gibi havasına dereciğin sesi eklenmiş, uykuyu tamam etmiş…


İşte İbrahim Duacı, o dereciğin şırıltısıyla son uykusuna çekilmeyi, 83 yıllık uzun bir gülümseme olan ömrünün ve devrimciliğinin sonuna kadar hak edilmiş ödülü olarak aldı. Metin Göktepe’nin doğum gününe üç gün kala, 7 Nisan 2014’te... Anadolu’nun kendi halinde akıp gider gibi görünürken birden bire dört beş koldan bir araya gelip Yeşilırmak’a, Kızılırmak’a, Menderes’e, Ceyhan’a, Sakarya’ya, Dicle’ye, Fırat’a dönüşüveren binlerce dereciğinden birinin akışına karıştı şimdi... /
 Evrensel
Güncelleme Tarihi: 13 Nisan 2014, 23:17
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER