Barış için herkes elini taşın altına koymalı

Aydınlara, akademisyenlere, gazetecilere sormaya devam ediyoruz: Türkiye’nin içine sokulduğu savaşa karşı, barışın kazanılması için sizce neler yapılmalı?

Barış için herkes elini taşın altına koymalı
 Aydınlara, akademisyenlere, gazetecilere sormaya devam ediyoruz: Türkiye’nin içine sokulduğu savaşa karşı, barışın kazanılması için sizce neler yapılmalı?


FORUM: BARIŞI KAZANMAK İÇİN NE YAPMALI?

TEK TARAFLI DA OLSA ATEŞKES SAĞLANMALI ANCAK SAVAŞ İSTEMEYENLER DE SAF BELİRLEMELİ, BARIŞIN GÜVENCESİ OLMALI

Fehim IŞIK /Gazeteci-Yazar

Barışın kazanılması için her şeyden önce, barış içten, samimi ve kararlı bir biçimde savunulmalı. Pekala, bu savunuyu yaparken barışa kimlerin engel olduğunu, bu kesimlerin amaç ve hedeflerini de somut şekilde belirtmeliyiz.

Durum net; bu ülkede bir barıştan söz ediyorsak bunun temel nedeni 1984’ten bu yana fiilen yaşanan savaştır. Elbet öncesi de var ama Kuzey Kürtleri, ulusal haklarının gasbedilmesine karşın 1984’te bir kez daha silaha sarıldılar, sarılmak zorunda kaldılar. Kürt kimliğini yok sayan, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtleri ret ve inkar eden, asimilasyon politikalarıyla Kürtleri Türkleştirmek isteyen zihniyete karşı silahlanmak, bugün her ne kadar bilinçli bir biçimde neden olarak gösterilse de biliyoruz ki esasen bir sonuçtur, sonuç olduğu apaçıktır. Kürtleri, diğer farklılıkları yok etmek, tümünü Türkleştirmek, İslamlaştırmak, Sünnileştirmek ve Hanifileştirmek için elinden geleni esirgemeyenler baskı, işkence ve zorbalıkla siyasetlerini egemen kılmak istediler. Hiç kuşku yok PKK, bu nedenle silaha sarıldı. Yani bu nedenle diyoruz ki neden ret, inkar, asimilasyon ve bunun yansıması olan baskı ve zulüm politikalarıdır; sonuç ise PKK’nin 1984’te başladığı silahlı mücadeledir.
1984’te başlayan silahlı mücadelenin lideri Öcalan, 1990’lardan sonra farklı arayışlara girdi. Başlangıçtaki görüş ve düşüncelerini, yani bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan programını realize ederek birlikte yaşamı savunmaya başladı. 2000’li yılların başından itibaren de birlikte yaşama siyasetini demokratik özerklik olarak ifade etti. Tüm bu ideolojik ve buna uygun pratik değişimlerle birlikte, silah yerine diyalog ve müzakere yöntemlerinin yaşama geçirilmesi için koşulları zorladı. Adım adım 2013’e taşınan bu perspektif, ilk kez karşılıklı ateşkesin sağlanmasını da beraberinde getirdi. Karşılıklı ateşkes, diyalogla devam etti.

Bugünlerde süreç tersine döndü. 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen önce müzakereye evrilme aşamasında olan masayı deviren Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim sonrasında tek başına iktidar olamayınca, yani istediklerini mevcut parlamento yapısıyla yaşama geçiremeyeceğini anlayınca ülkeyi tekrar seçime götürmeyi yeğledi. Bu siyasetin başarılı olması, tekrar seçimde tek başına iktidarı AKP’ye vermek için de seçim öncesi başlattığı savaşı yeniden ve daha sert biçimde yürütme gereği duydu. 24 Temmuz’da savaş uçaklarının Kandil’e gönderilmesi, güvenlik güçlerinin sivil halka vahşet uygulaması, gözaltı operasyonlarının yeniden başlaması, akabinde PKK’nin misilleme eylemlerine yönelmesi, Kürdistan’daki halk meclislerinin yerellerde öz savunma ve öz yönetimi esas alan politikaları benimsemesi, şiddetin boyutunu artırdı.

Tüm bunlar gösteriyor ki evet barışı savunmalıyız ama savaşın müsebbibinin devleti yöneten basiretsiz siyasetçiler olduğunu da bilmeliyiz.

Tüm bunlara rağmen PKK pekâlâ barışın tesis edilmesi için etkin adımlar atabilir, geçmişte olduğu gibi tek taraflı ateşkes ile sivil siyasete ve halkların barış isteğine yanıt olabilir. Türkiye’de siyasetin rengi HDP’nin yüzde 13 oy alması ve 80 milletvekili çıkarması ile değişti. Bugün esasen egemenlerin savaşı dayatmasının bir nedeni de budur. Sivil, demokratik zeminde eşitlik, özgürlük ve hak temelli siyasetin güçlenmesi, çalıp çırpan diktatörlük heveslilerinin heveslerini de kursaklarında bırakıyor. Bu nedenle diktatörlük heveslilerinin olmazsa olmazları sivil siyaseti savaşçı göstermek, demokratik zeminin kullanılmasını halklara, emekçilere, ilericilere yasaklamaktır.

Madem savaşı çıkaran belli, ne için çıkardığı belli, o zaman ülkenin demokrasi güçlerine, halklarına, inançlarına şans tanımak için de olsa mümkünse karşılıklı ateşkes, olmazsa tek taraflı ateşkes ilan edilmeli. Barışın tesisi için bunu savunmalıyız.

Yeter mi? Hayır!

Biliyoruz ki tek taraflı ateşkesin güvencesi olabilecek geniş bir barış cephesine, barış siyasetine de ihtiyaç var. Bir diğer deyimle egemenler ateşi kesmeye yanaşmayacaklarsa bile onları savaşı yürütemeyecek duruma getirmek gerekir. Bu da ancak halkların, inançların, Türkiye’deki tüm farklılıkların barışa sahip çıkması ile mümkün olur.


HERKES ELİNİ TAŞIN ALTINA KOYMALI

Şebnem Korur Fincancı (Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı):

Görüyoruz ki IŞİD’e saldırı adı altında tümüyle Kürtlere dönük operasyonlar  gerçekleştiriliyor. Bu durumda öncelikle Türkiye Cumhuriyeti devleti silahlı kuvvetlerinin saldırılarına son vermeli. Aynı zamanda ağır insan hakları ihlalleri de yaşanıyor. Devlet şiddet yanlısı refleksinden vazgeçmeli. Ayrıca faili meçhul, gözaltı, işkence, tecavüz gibi olaylarla ilişkilendirilen isimlerin cezasızlık ve hatta ödüllendirilerek kamuoyuna sunulması yanlış. Örneğin Musa Çitil gibi hem tecavüz hem işkenceden yargılanan birinin tümgeneralliğe yükseltilerek Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı yapılması kabul edilemez bir durum. Ve bu doğal olarak insanların tepkisine yol açıyor. Kendilerine yöneltilen şiddete karşı kendilerini savunmak için insanlar da şiddete başvuruyor. Barış için Abdullah Öcalan ile görüşmelerin yapılması ve Kürt tarafındaki aktörlerin bu görüşmede yer alması da önemli. Bugüne kadar kapalı kapılar altında yapılan bir takım çalışmaların toplumla paylaşılması söz konusu olmadı. Yaratılan dezenformasyon ortamında halkların birbirlerine karşı olan duyguları olumsuz yönde arttı. Türkiye de çatışma ortamına zemin hazırladı. Bu anlamda dezenformasyonun ortadan kaldırılması gerekiyor. Yeniden Çorum, Maraş gibi katliamlarla karşılaşılmaması için herkes barışın temin edilmesi adına elini taşın altına koymalı.


SAVAŞ İSTEYEN TARAF YALNIZLAŞTIRILMALIDIR

Mustafa Karadağ (Yargıçlar Sendikası Başkanı):

Barışın ve demokrasinin yeniden tesisi için öncelikle demokrasi cephesinin güçlendirilmesi, halkın hukukun evrensel ilkelerinin uygulanması konusunda ön yargılardan uzak bir biçimde talepkar olması gerekiyor. İçine düştüğümüz savaş kirli bir savaş. ’90’lı yıllara geri döndük, failler katliam anında kendini yok ediyor diyerek geçiştirilmemeli, gerçek failler saptanmalı bu kirli savaşın en azından bilinen tarafları silahı bırakmalı, savaşı isteyen tarafı tek başına bırakmalı, yalnızlaştırmalıdır. Savaş en çok yoksulları, demokrasiyi, barışı ve hukuku vuruyor. Etnik ve dinsel tahriklerden kaçınılmalı, kışkırtıcılar teşhir edilerek farkındalık yaratılmalıdır.


ELDE ANKARA HARİTASIYLA DİYARBAKIR'DA ADRES BULUNMAZ

A. Hicri İzgören (Şair - Yazar)

Tarih bizlere, temel insan hakları için mücadele eden toplumsal uyanışın hiçbir şekilde bastırılamayacağını defalarca göstermiştir. Türkiye’nin en büyük çıkmazı Kürt sorununu hâlâ bir asayiş sorunu olarak algılaması ve ona odaklanmasıdır. Bu bilinçaltı, ‘çözüm’ denilen oyalama süreçlerinde de hiç eksik olmadı.
Bunun da temel nedeni, gerek siyasi gerekse devlet elitlerinin bu konuyu yanlış olduğu artık iyice kesinleşmiş olan bir paradigma çerçevesinde düşünmeye devam etmeleridir.

Toplum katında barış adına nispi de olsa uygun bir iklim oluşmasına rağmen toplasanız birkaç cümleyi geçmeyen hamasi ezberler, komplo teorileri ve alabildiğine hoyrat bir düşmanlık dili fiili devam ediyor. Gerçekler, birtakım yaftalarla ve manipülasyonlarla, medyanın bütün türevleri kullanılarak yok edilmeye çalışılıyor. Halk da bütün bunları gerçek sanıp bu oyuna geliyor. Oysa Türk işçi ve emekçilerinin Kürt halkının ezilmesinden hiçbir çıkarı yoktur. Aksine bu durum devam ettikçe, onun ekonomik ve demokratik hakları da baskı altında tutulmaya devam edilmektedir.

Irkçılığın sıradan ve olağan karşılandığı ve aynı zamanda meşrulaştırıldığı bir toplumda bireyin tek başına bu illetin üstesinden gelmesi düşünülemez. Bırakınız üstesinden gelmesini, medyanın ırkçılığı yayan yayın politikası, devlet kurumlarının halkın duygu ve inançlarını istismar etmesinde sınır tanımayışı kişinin kendisini bu memleketin tek sahibi gibi görüp diğerlerine kapı gösteren, ağzına geleni söyleyerek kin ve nefret saçan bir toplum haline getirdi
‘Ülke birliği’, herkesi düşman belleyerek ve herkesi aynı tip elbise giymeye zorlayıp ülkeyi yaşanmaz bir hale getirerek korunmaz. Evet, artık bilinmelidir ki; Elde Ankara haritasıyla Diyarbakır’da adres bulunmaz.
Tam da bu süreçte, her türden yanlış politikalara karşı duran ve eleştiren kişinin “hain” damgası yemeyi göze alacak kadar “cesur” olması gerekiyor. Bu gidişi anlamak ve geleceğe ilişkin umutları canlı tutmak için bizlere kalan tek yol; insani olanı kavramak, savaş çığırtkanlarına kanmamak, sistemin çarkına vida olmamaktır.
Daha koyu bir faşizme doğru koşar adım gidilen şu günlerde iyimser olmanın imkanını göremiyorsak da sessiz kalmak, olan bitene ortak olmak anlamına gelir. Öznesi halk olan, savaş karşıtı geniş bir demokrasi blokuna ihtiyaç var.


GÖREN SORUMLUDUR

Asuman Susam (Şair)

7 Haziran gecesi hiç olmadığım kadar umutvar bir duygu durumuyla günü noktalamıştım çoğumuz gibi. Sabah da durup durup nedensiz bir gülümseyişin yerleştiği yüzümü yoklayıp durdum. Bir kısmımız HDP’nin barajı aşacağına dair hem çok inançlı hem de tedirgindik bir yandan. Trajikti bu hal aslında; ama önceki zamanların bilgisi bilinçaltında bir saat gibi işliyordu kimimiz için. Evet nereden bakarsanız bu bir halk zaferiydi, sol bileşenlerin, entelektüellerin, bilim insanlarının, sanatçıların, gezi ruhunun çok çalışarak, çok inanarak geldiği noktaydı. Seçim öncesi İzmir mitingi Gezi’den sonra ilk kez bana bu ülkede bir şeyler değişebilir, başka bir dünya bu dayanışma ruhu ile kurulabilir duygusunu uyandırmıştı. Diyarbakır mitingi işlerin hiç de kolay olmayacağının sinyallerinden en cüretkar olanıydı belki. 8 Haziran ve sonrası… Bunu salt akılla çözmek ve analiz etmek çok mümkün değil. Absürt bir oyun gibi seyrediyoruz olanı biteni. Suruç… Belleğimize iyileşmeyecek bir yara, derin yarık olarak yerleşti.
Ceberut devletin tüm özellikleriyle kendini gösterdiği çok, acılı zamandan geçerek oluşturulmuş bir ülke tarihimiz var bizim. Ama sanırım okuduklarımızla yaşadıklarımızla bildiklerimizden bambaşka bir acı tarih yazılıyor şimdi. Akıl, izan, havsala… ne dersek diyelim hiçbir şeyle anlayamayacağımız, anlamsızlığın, hiçliğin ve düşüşün içine bizi çekmeye çalışan bir durum yaşıyoruz. Politikanın olanaklarıyla analiz yapmak politikacıların işi olsun. Sosyalpsikoloji bağlamında söylenecek şeyler de bilim insanlarının. Ben bu süreçte en çok insanın canının acıdığı yerden kopan haykırışlara, sözlere kulak veriyorum en çok ve canımın acısıyla, can havliyle konuşabiliyorum. Barış için ne yapmalıyız diye soruyorsunuz ya barış için hiçbir şey yapamayan yalnızca bunu yapsın derim. Başkasının acısına gözlerini kaçırmadan, elindeki kumandanın tuşlarıyla oynamadan, birkaç dakika, başını okşadığı evladını hatırlayarak baksın. Ölümlere, ‘Etkisiz hale getirilen’ teröristlere, yakılan köylere, ormanlara, boşaltılan evlere, harabeye dönen sokaklara…

İnsanın içi, ne zaman kurutuldu, ne zaman bağırsaklarına kadar çalınarak bedenler ruhsuz bırakıldı, ne zaman bu topraklar mezbahaya dönüştürüldü? İnsandan ve insanın kurtuluşundan yana elbette romantik bir iyimserlik içinde değilim ne yazık ki. Paradokstur denilebilir ama barışa da inatla inanıyorum. Barışta uzundur inat ediyorum. Barış bize sokaktan gelecek, temastan gelecek, kayıtsızlığımızı, tevekkülümüzü, açgözlülüğümüzü, ikiyüzlü bencilliğimizi bıraktığımızda gelecek. Benden önce sen deme kudretini gösterdiğimizde gelecek.

Basit bir politik kaostan geçmiyor ülke. Saf kötülükle imtihanda... Vicdanlar da öyle. Onur, haysiyet, adalet, eşitlik ve kardeşlik duygularını yeniden inşa etmek zorunda olan bir toplumuz artık. İnsanı yeniden kurmak zorundayız. Büyük insanlık düşü bu. Barış için koşulsuz arzu bunun için gerekli. Gelecek için, hepimiz için. Her konuda hep inandığım şey şu: Gören sorumludur. Kötülüğü görebiliyorsak ona itiraz geliştirmek borcumuz. İnananın tanrısına inanmayanın insanlığa… hepimizin borcu var. Vebal hepimizin, kefaret ödenecek gibi değil çözümsüzlük ısrarında. Politikanın içinden büyük laflar etmeye hiç gerek yok. Canımız yanıyor, ölüyoruz beraberce.


SENDİKALAR BARIŞ VE KARDEŞLİK İÇİN KENDİ SORUMLULUKLARINI GÖRMELİ

Şükrü Kaçmaz  
(Tes-İş Diyarbakır 2 No’lu Şube Başkanı)

İnsanlar doğarken ölüp öldürmek için değil yaşamak ve yaşatmak için doğuyorlar. Son dönemde Türkiye’de kapitalizm iliklere kadar işledi. Bununla beraber de çıkar için, makam mevki için her şey yapılmaya başlandı. Bu da insanlığa ve insanlara çok büyük tahribatlar yaşatıyor. Hepimiz şahidiz. 30 yılı aşkındır bu bölgede çatışmalı bir süreç var. Bu çatışmalı süreçte en acı tamiri mümkün olmayan tahribatların yaşandığı zaman ‘90’lı yıllardı. Bire bir yaşamış insanlarız. Yani ‘90’lı yıllarda o kadar onur kırıcı muamelelerle karşı karşıya kalındı ki bunların bir daha yaşanmamasını umuyorduk. Ancak son günlerde oraya evrilmiş durumdayız. Burada birileri bunu koltuk, makam ve çıkar için yapıyorsa, kim olursa olsun, bu insanlığa vurabileceği en büyük darbedir. Barışın tesis edilebilmesi için Türkiye’deki yöneticilerin öncelikle Kürt fobisinden kurtulması gerekiyor. Rojava’daki durumla birlikte Kürt fobisi yeniden yükseldi. Ancak Rojava’da Kürtler kendi bulundukları alanları savunmak için savaşıyor. Türkiye’nin buna destek olması gerekiyor. Kürtlerin Türklere ne kadar ihtiyacı varsa Türklerin de Kürtlere o kadar ihtiyacı vardır. Bu çatışmalı ortamı Türkiye halkı hak etmiyor. 30 yıllık çatışmalı süreçte yaşananlar ortada. Türkiye bu barış sürecini noktalandırıp huzur içinde yaşamı halklara hediye edebilirdi. Ancak Türkiye bu şansı değerlendiremedi. Her ölüm haberine içim parçalanıyor benim insan olarak. Sonuçta biz merkeze insanı oturtmadığımız sürece biz doğruları yapmayız. Görünen o ki bu çatışmalı süreç birilerinin işine geliyor. Birileri kan ve gözyaşından medet umuyor. Buraya politikalarını oturtmuş. Seçimlere kadar süreç böyle devam edecek gibi ama yeni, hükümet kurulduktan sonra daha aklıselim davranılacağına inanıyorum.

Ben bu topraklarda doğdum 50 yıldır da burada yaşıyorum. Hep olağanüstü durumlar yaşadık. Barış mücadelesi savaşmaktan daha zordur. Savaşmak kolaydır. Bir karar alırsın her türlü tahribatı yaratırsın. Ama Türkiye’de barışı savunmak çok zordur. Yani gece uykuların kaçıyor, toplanıyorsun, emek harcıyorsun ama birilerinin hesabına gelmediği zaman her şey sıfırlanıyor. Ancak yine de hiçbir zaman umudumuzu yitirmememiz lazım. Çünkü umudunu yitirdiğin zaman her şeyini yitirirsin. Ve elbette ne olursa olsun barış diyeceğiz. Barışın mutlaka kazanacağına inanıyorum. Eğer oğlu şehit olan bir anne ‘Yeter artık benim oğlum gitti başka çocuklar gitmesin’ diyorsa bu topraklara barış mutlaka gelecektir. Barışı onlar getirecek. Yoksa kendi koltuğu derdine düşenler barış dayatması olmazsa çok daha büyük tahribatlar yaşanır.

Biz işçi sendikasıyız. Elbette ki savaş her türlü tahribatla birlikte emekçinin lokmasını da küçültüyor. Bunun için savaşa dur demesi gereken ve ön safta olması gereken emekçilerdir. Hayatı yaratan işçiler insanların ölümüne sessiz kalmamalı. Sendikalar da barış ve kardeşlik için kendi sorumluluklarını görmeli. / Evrensel

Güncelleme Tarihi: 30 Ağustos 2015, 16:34
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER