Bütün veriler 'birlikte yürümeliyiz' diyor

Türkiye’nin genel seçim havasında yapılan yerel seçiminin tartışmaları, yerini Cumhurbaşkanın kim olacağına bıraktı bile.

Bütün veriler 'birlikte yürümeliyiz' diyor
Serpil İLGÜN / EVRENSEL

Cumhurbaşkanlığı senaryoları, sandıklar açılır açılmaz başlayan itirazları, Başbakan’ın balkon fotoğrafını, trafoya giren kedileri ve OHAL manzaralarını gündemin ikinci sırasına düşürdü.

Oysa Erdoğan cephesinden varlık yokluk meselesine indirgenen 30 Mart’ın sunduğu tablo, pek çok açıdan irdelenmeyi gerekli kılıyor. Yolsuzluklar, yasa tanımayan uygulamalar, yasaklar, baskılar halkın AKP tercihini neden değiştirmedi? AKP’ye verilen oylar, bu politikalara onay anlamına mı geliyor? HDP’nin beklenen oranların altında kalmasının nedeni ne? HDP dağılacak mı? 


Yrd. Doç Özgür Müftüoğlu, HDP Eş Genel Başkan Yardımcılığı ve HDP Emek Komisyonu’ndaki görevleri nedeniyle, sıraladığımız sorulardan fazlasının yanıtını verecek değerli isimlerden biri. Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Müftüoğlu ile 30 Mart seçimlerini, ekonomik faktörler ve HDP cephelerinden ele aldık. 


Seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmenizle başlayalım. 30 Mart tablosunu nasıl yorumladınız?

Öncelikle, Türkiye’de toplumun kendini ifade etmesi için sandık dışındaki diğer bütün mekanizmaların büyük ölçüde engellenmiş olduğu notunu düşmemiz gerekiyor. Seçim sistemindeki eşitsizlikler ve toplumun gerçek sorunlarını sahiplenen, mücadelenin aracı olması gereken siyasi yapıların türlü yollarla baskı altında tutulduğu bir ortamda seçimlere gidiliyor. Yüzde 95’i örgütsüz bir toplumun kendisini sadece sandıkta ifade etmesi ve geçmiş döneme yönelik tepkilerini ortaya koyması bekleniyor. 

Seçimlere gelince; 30 Mart’a giderken yaşananları hatırlayalım: Birincisi çözüm süreci başlamıştı. İkincisi, çözüm süreciyle de bağlantılı olarak Türkiye’nin batısında Gezi direnişi gerçekleşmiş; Gezi hükümeti ciddi anlamda köşeye sıkıştırmış ve AKP gündemi belirleme yetisini büyük ölçüde kaybetmişti. Üçüncüsü ise 17 Aralık’la başlayan süreçte toplumun büyük ölçüde bildiği ama net bir şekilde gözler önüne serilmemiş olan rüşvet, yolsuzluk iddiaları ortaya çıkmıştı.

Zaten esas soru da, altını çizdiğiniz bunca gelişme yaşanmışken iktidarın neden ciddi bir oy kaybı yaşamadığı?
Yaşamadı çünkü bu birbirini tamamlayan ve demokrasi açısından olumlu olacağı düşünülen meseleler, AKP hükümetinin izlediği, kendisi adına “başarılı” stratejilerle tersine döndürülmeye başladı. 

Nasıl?
Gerilim ve kutuplaşmayı daha da arttırarak seçimin bir referandum haline gelmesi stratejisini uyguladı. Bu strateji sayesinde yurttaşlar kendilerine beş yılda bir tanınan söz hakkını, kendi iş, aş, eğitim, sağlık, yaşanabilir bir kent, toplumsal barış gibi son derece hayati konuları göz önüne alarak değil, CHP-Cemaat-MHP karşısında AKP’yi tercih edip etmemek üzerine kullandı. İnsanlar sokağında, mahallesinde söz hakkını savunmak ve tercihini ortaya koymak yerine, iki seçenekli bir referandumla karşı karşıya bırakıldı. Halkın yaşamındaki sorunlarla, seçim sürecinde karşı karşıya kaldıkları durum birbirinden tamamen farklıydı. İş artık hükümetin aklanması ya da aklanmamasına dönüştü. 

Bu durum, ‘halk AKP’ye oy vererek aslında aklanmaya, otoriter uygulamalara onay vermiş oldu’ anlamına gelir mi peki? 
Hayır. Bir kere bu hırsızlık ve yolsuzlukların nasıl ortaya çıktığı önemli. AKP’nin yıllardır ortağı olmuş bir yapının gizli kaydedilmiş dokümanları değil de legal yollardan ortaya çıkmış olsaydı, etkisi böyle sınırlı olmazdı. 

Oysa yaygın kanı, çıkan her yeni belge/kasetle Erdoğan’ın aldığı yaranın büyüyeceği idi… 
Biz öyle düşündük ama her gün bir yenisi çıkan belgeler toplum gözünde değersizleşmeye başladı. Öte yandan 17 Aralık’tan sonra AKP yargı, emniyet, MİT vs. devletin en temel mekanizmalarında büyük bir değişim gerçekleştirdi. Siz 90 yılda oluşmuş mekanizmayı üç gün içinde değiştirebiliyorsanız, bu korkutucu bir güçtür. Böyle bir değişim ancak darbe dönemlerinde silah zoruyla olur. Buna karşı muhalefet, eleştirmek dışında bir şey yapamadı. Kendisini devletin sahibi olarak göstermeye başlayan Erdoğan bu eleştirileri “vatana ihanet” olarak tanımladı ve toplumun önemli bir bölümü de buna itibar etti. Özellikle de Suriye kayıtları yayınladıktan sonra vatan hainliği argümanını, “dış düşmanlar, iç düşmanlarla el ele devletimize yönelmiş” söylemini geliştirdi, bayraklı, ezanlı reklâmlarla da bunu güçlendirdi. 

Kutuplaştırma kadar, toplumun ekonomik istikrar ve refah algısının bozulmamış olmasının da AKP’nin başarısındaki önemli faktörlerden biri olduğu söyleniyor. Öncelikle ‘refah’la ne anlamalıyız? Ekonomik olarak güvende hissetmenin ölçüsü nedir?
Sosyal riskler karşısında insanların kendini güvencede hissetmesidir. Mesela bir işçi merdivenlerden düşerek çalışamayacak, emek gücünü satamayacak hale gelebilir. Yani, “bugün bana bir şey olsa tedavim yapılır, öbür taraftan çoluğuma çocuğuma bakılır, bana da o arada yaşamımı sürdürecek gelir sağlanır, iyileşirsem de iş bulup çalışabilirim…” Güvence budur. Ama Türkiye’de bugün halkın çok büyük çoğunluğunun herhangi bir güvencesi yok. Benim de yok. Ciddi bir hastalığa yakalandığımda nasıl tedavi olurum bilmiyorum. Ya da her an işsiz kalabilirim ve o zaman yaşamımı nasıl sürdürebilirim bilmiyorum. 

O halde şöyle mi; aslında halimizden memnun değiliz, ama AKP giderse daha kötü olacağını düşünüyoruz? 
Evet. Örneğin bir taşeron işçisi şöyle demiyor; “Ben aslında bunu hak etmiyorum, güvenceli ve emeğimin daha değerli olduğu bir işte çalışmalıyım, örgütlü olmalıyım, sendikalı olmalıyım…” Korkusu şu; “Ya bu işi de kaybedersem?” Müthiş bir korku var. Tabii bu korkuyu destekleyen şeyler de var. 

Ne gibi?
Örneğin borçlu olmak... Ücretler çok düşük olduğu için emekçilerin büyük bölümü borçlu. Dolayısıyla bir istikrarsızlık durumunda işini kaybetmekten, borçlarını ödeyememekten korkuyor. Öte yandan sosyal güvencenin zayıflamasıyla birlikte konut satın almak, mülk edinmek bir güvence olarak görülüyor. “Eğer bir evim olursa o benim güvencem olur” diyor. Ve ev alabilmek için gece gündüz çalışıyor, yetmiyor, gidiyor kredi alıyor, sonra da aldığı krediyi nasıl ödeyeceği korkusu başlıyor. Bunun peşi sıra da aldığı mülkün değerini kaybetme endişesi ya da mülk daha fazla nasıl değerlenir arayışı geliyor. İşte AKP, ortaya attığı rant yaratmaya yönelik projeleriyle bu kesimlerin umutlarını satın alıyor. İnsanlar “evimin olduğu bölgede bir park var, o parkta benim çocuğum koşup oynayacak” diye düşünmek yerine, oraya örneğin AVM dikileceğini öğrendiği zaman “belki çocuğun oynayacağı park olmayacak ama evim değerlenecek” diyor. Böyle düşünmeye sevk ediliyor. Dolayısıyla ranta açılmasına rıza göstermiş oluyor, kabulleniyor. 

Dolayısıyla borçlanma sadece orta sınıfın taşıdığı bir korku değil?
Değil. Sosyal güvence olsa, barınma hakkı diye bir hak olsa, böyle bir mekanizmayı kimse kabullenmez. Siz önce insanların o haklarını ellerinden alıyor, onları muhtaç duruma düşürüyor, ondan sonra da kendi politikalarınıza hem üretim-emek süreçlerinde, hem de kentlerin ranta açılmasına razı olacak hale getiriyorsunuz. Refah Partisi döneminden başlayarak AKP oy oranını yıllardır zaten böyle yükseltti. Bu hale nasıl gelindiğinin en kısa yanıtıysa şu: İşçi sınıfı hareketinin zayıflatılmasıyla birlikte hem Türkiye’de hem dünyada topluma umut verecek bir alternatifin oluşmaması. 

SEÇMENİN ÖNEMLİ BİR KISMI ‘DEĞİŞTİRME GÜCÜNE NASIL SAHİP OLABİLİRİZ’İ BİLMİYOR
17 Aralık süreci ve halkın tepkisi meselesini irdelediğiniz bir yazınızda ‘siyaseten yabancılaşma’dan söz etmiştiniz. Seçim sonuçlarına bakarak söyler misiniz, yabancılaşma nasıl kırılır? 
Yabancılaşmayı kırmak, bir kere her şeyden önce, “benim de sözüm yerini bulurmuş, ben de artık bu toplum içinde bir söze sahipmişim” duygusuna sahip olmasıyla olur. HDP olarak biz bunu yapmaya çalıştık. Daha küçük yerden, sokaktan, yani kaldırımın nasıl olacağı, merdivenlerin ne renk boyanacağı ya da işte ağacın nasıl kesileceği gibi daha yerelden başlayarak söz sahipliğini sağlamak, sözüne aracılık etmek ve sonra yavaş yavaş ülke politikası üzerinde de aynı güveni vermek lazım. Hele toplumun büyük bölümünün genç nüfus olduğunu düşündüğümüzde, bu daha da önem kazanıyor. Bugün oy verenlerin çok önemli kısmı ‘80 sonrasında dünyaya geldi. Yani “demokrasi nasıl olur, değiştirme gücüne nasıl sahip olabiliriz”i bilmiyor. “Ben burada esas aktör değilsem, o zaman beni en iyi temsil edecek aktörü seçeyim, o beni yönetsin” diyor. Söz hakkına sahip olmak, tek başına sandıkla olmaz. Çalışırken örgütlenmen lazım, sokakta örgütlenmen lazım, çünkü hepsi bir bütün... Kişi günde kaç saat çalışacağına, ne kadar ücret alacağına, ne zaman işe ara vereceğine, hatta ne zaman tuvalete gideceğine, çocuk doğurup doğurmayacağına kendisi karar veremiyorsa, bütün bunlara bir patron karar veriyorsa, bütün iradesini ekmeğini kazandığı yerde başka birine devrettiyse, siz onun siyasal alanda iradeyi kendisinin almasını bekleyemezsiniz. O nedenle esas olarak buralardan başlaması lazım. Siyasete olan yabancılaşmayı kırabilmesi için, her şeyden önce emeğine olan yabancılaşmayı kırması lazım.

FAŞİZM KAPİTALİZMLE ÇELİŞMEZ
Son dönemin siyasal krizine, ekonomik kriz tehlikesi/uyarıları da hep eşlik etti. Ancak özellikle seçim sabahından başlayarak ‘yüzü gülen’, ‘bahar havasına giren’ piyasalar haberleri yapılıyor. AKP krizi atlattı mı, ötelemiş mi oldu? Bu soruya, AKP’ye oy verenlerin yüzde 91’nin ekonominin iyi yönetildiğini düşündüğü notunu da ekleyelim…

Uluslararası sermaye, ulusal sermaye ve piyasalar öyle demokrasi olsun, burada yolsuzluklar varmış, aman bu yolsuzluklar olmasın, böyle bir şeye bakmaz. İstikrar olabilmesi için halkın algısından ziyade, halkın buna tepki verip vermemesi önemlidir. Yani ne ABD’nin, ne Avrupa’nın ne de uluslararası bir kurumun böyle bir endişesi olur. 

Ama hem Gezi döneminde hem de 17 Aralık sürecinde endişe ettiklerini söylediler? 
Gezi’de “Halk artık Erdoğan’a ses çıkarmaya başladı. İstikrar bozuldu, yatırım için Türkiye uygun bir alan olmaktan çıktı” endişesiyle hareket etmişlerdir. İstikrar bozulduysa, değiştirmek lazım! Daha sonra istediği kadar otoriterleşsin hiç önemli değil! Faşizm ve Nazizm de kapitalist sistemin içindedir, çelişmezler. Tam tersine, belli zamanlarda bunlara ihtiyaç da duyulur. Dolayısıyla “aman demokrasi bozuldu” filan diye bir şey yoktur. Bizim anladığımız demokrasiyi işçi sınıfı getirmiştir. İşçi sınıfının varlığı ve gücüyle olur. Yoksa sermayenin böyle bir derdi olmaz. AKP, HSYK’da olduğu gibi devleti yeniden yapılandıran yasal düzenlemeler sonrasında şu güveni belli ölçülerde verdi piyasalara; “ben devletim ve istikrarı korurum.” Bunu gazla mı korursunuz, çocuklar mı ölür, günde kaç kişiye ne olur… İstikrar dediğiniz zaman bunlar mubahtır. Seçim öncesinde dışardan gelen para kaynakları da bunu destekledi. Çünkü olmadığı zaman para çıkar biliyorsunuz. Çıkmadı, hatta biraz daha geldi zannediyorum. 

Peki, bu tabloda ‘ekonomi iyi yönetiliyor’ algımız nasıl oluşuyor?
O algı televizyonlardan, ekonomi yorumcularından vs. oluşuyor. Yalnızca AKP yandaşı medyaya değil, ulusalcı olanına da, liberal olanına da yani tüm o ana akım medyaya bakın, bütün ekonomi söylemleri tamamen piyasanın ihtiyaçları doğrultusundadır. Bunları izlerken aklımızda ne kalıyor, “üç dönem üst üste büyüyoruz, demek ki sorun yok.” Önemli olan kredi kartı borcu, faiz artmasın, hızlı bir devalüasyon olmasın, sonra Allah kerim! AKP, 2002’den beri istihdam politikalarını da “başarılı” uyguladı. Tamamen güvencesiz, geçici istihdam gibi çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, işsizliği düşürüyor. Dolayısıyla istihdam politikaları da bu algıyı etkiledi. 

30 Mart atlatıldı ama nerden baksanız bir yıl seçim atmosferi yaşayacağız. AKP bu güveni koruyabilecek mi? Cari açık vs. dururken bunu nasıl yapacak?
Cari açığı öteliyor, ona yapacak bir şeyi yok. AKP seçimlerden güçlü çıkınca, anladığım kadarıyla piyasada “önümüzdeki seçimlerde de hasar almadan devam edebilir” düşüncesi oluştu. Erdoğan’ın, tek başına ekonomiyi ve devleti elinde bulundurma güvenini verdiğini düşünüyorum. Bana vermedi tabii! Ama “piyasalar”ın öyle algıladığını düşünüyorum. Çünkü Gezi’den sonra bu çok sarsılmıştı.

TEMPOYU DÜŞÜRMEDEN ÇALIŞMAYA  DEVAM ETMELİ
Seçim sonrasında hemen her çevreden, AKP cephesinden, liberallerden, soldan, zayıf da olsa Kürtlerden ‘HDP projesi tutmadı’ ya da ‘Türkiye solunun Kürtlere kazandırdığı bir şey yok, artık yol ayrımına girilmeli’ şeklinde yorumlar geldi. Öyle midir, HDP projesi tutmadı mı? 

Kürt halkının siyasal, kültürel haklarının tanınması ve barışın sürekliliğinin sağlanması, ancak demokratik bir ortamda gerçekleşebilir. Türkiye solunun dışında hangi siyasi oluşum vardır ki barışın toplumsallaşmasını sağlayacak bir demokrasi anlayışına sahip olsun? AKP malum, gözünü kırpmadan çocukların, gençlerin ölümüne neden olacak kadar halka karşı şiddet uyguluyor. Öbür taraftan CHP’nin özellikle Kürtlerin haklarını tanıyacak bir demokrasi anlayışına niyeti hiçbir zaman olmadı. Bu durumda Kürt hareketi, Türkiye’nin bütününü kapsayıcı olması açısından kimle hareket edecek? Dolayısıyla Kürt hareketinin ilkeler açısından en yakın olduğu yapının sosyalistler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de Kürt sorunu varken, sınıf mücadelesinin, kadın hakları mücadelesinin ya da çevre mücadelesinin başarıya ulaşması da mümkün değil. Zaten milliyetçiliğe karşı savaşmak, ezilen halkın haklarını önceleyerek sınıf mücadelesi yürütmek, sosyalist olmanın tarihsel sorumluluğudur. 

Peki, ‘HDP dağılır’ beklentisine girenlere ne söylersiniz? 
Birlikte hareket etme, mücadeleyi birlikte yürütme kararlılığı devam edecektir diye düşünüyorum. “Seçim sonucu alındı, o yüzden dağıldı” diye bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Elimizdeki bütün veriler politikalarımızı seçim bitmemiş gibi, tempoyu düşürmeden çalışmalarımızı sürdürmek gerektiğini gösteriyor. Biz ne kadar çok işçiyle, esnafla, köylüyle, kadınla, gençle ve benzeri kesimlerle buluşabilir ve onlar için umut olmayı sağlarsak, o kadar başarılı olacağımızı düşünüyorum. 
Güncelleme Tarihi: 07 Nisan 2014, 17:05
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER