Şırnak'ta 1992'de Neler Oldu?

21 yıl sonra dönemin Şırnak valisi gerçekleri anlatmaya başlayınca katliamın tanıklarınran birinin anlattıklanı kamuoyuyla paylaşma gereği gördüm. Şırnex’te onlarca Kürt'ü kim, neden öldürdü, katliamın tanığıyla konuştum.

Şırnak'ta 1992'de Neler Oldu?
Evin ÇİÇEK / BİANET

Yedi yıl Botan (Bohtan) bölgesinde mücadeleyle, direnişle geçen yaşamım, tanıklıklarım, kurbanları savunuşum, kurban edilmek istenmem bende derin izler bıraktı. Şırnex bölgesi Kürtleri kimliklerine bağlıydı. Ben Kürt konuşma, dil, hitap kültürünü Şırnexlilerde tanımış, dinlemiştim. Kendilerine özgü elbise modelleri içinde insani özellikleri, güzellikleriyle yüregimi fethetmişlerdi.

1986-1993 yılları arası gazetecilik, insan hakları savunuculuğu, HEP yöneticiliği yaptığım bölgede halkıma, komşu Hristiyan inancından olan halka reva görülen zulümlerden, uygulamalardan dolayı fazlasıyla acı çektim. Yapılanlar beni daha çok mücadeleye bağladı, daha direngen yaptı, suçluları teşhir etme isteğim çelikleşti.

1992 Newroz’unda yapılan toplu öldürmeleri, yıkımları Siirt’deki evimde telefon bağlantılarıyla dinledim. “İnsanların bize yardım edin” feryatlarının yanı sıra helikopter, uçak, mermi seslerini de telefon aracılığıyla dinliyordum. Yardım edemedim, edemiyordum. Her taraf ateş içindeydi!

Siirt’den Şırnak’a gitmek mümkün değildi. Sadece yapılanları telefonla birçok yere ilettim, haber yaptım. O anları unutmadım, unutamıyorum, unutmam mümkün değil. İzleri kaldı.



1992 yazında da şehir aynı şekilde bir uygulamaya tabi tutuldu. Her seferinde onlarca insan, hayvan öldürüldü. Evler, işyerleri tahrip edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin (T.C.) asker, jandarma, emniyet güçleri girdikleri evlerdeki para, mücevher vb. ne bulurlarsa aldılar. Taşıyamadıklarını da tahrip ettiler. Öldürme, yıkma, yakma, gasp birlikte yürütüldü. Kımıldayana kurşun sıkma, bomba atma, top atışına tutma, yıkma, yakma, devlet adına talan, insanları yerlerde sürükleme, sırtlarında yürüme, unutulacak uygulamalar değildi.

Şırnak milletvekili Selim Sadak durumu haber aldığında doğrudan Şırnak’a gitti. O halk tarafından seçilen biri olarak Şırnak Emniyet Müdürlüğü’nde konuşmak istediği Emniyet Müdürü kendisini dövdü. Selim Sadak kendisi bizzat yaşadıklarını bana anlattı. Halk tarafından seçileni döven bir Emniyet Müdürü halka neler yapabilir? Yapılanlar gizlenilecek gibi değildi.

Şırnex’ı pilot bölge olarak seçenler, kendi medyalarında da istedikleri başlıkları attırıyorlardı, attırdılar. “PKK Şırnak’ı bastı” cümlesini yazdırıyorlardı. PKK degil T.C.nin silahlı birimleri şehri basmış, işgal etmiş, işgal ordusu pratiği sergilemişti.

Ne yazık ki o dönem haber yazdığım gazetede de “Gerila Şırnak’ı bastı” haberi başlık olarak çıktı. Ben şehir merkezi dışında oturan insanlarla yaptığım telefon görüşmelerinden dolayı gerçek, doğru bilgileri almıştım. BBC’ye haber verdim. Haber yazdığım gazeteye de telefonla, yazarak bilgi verdim. Gerçeğin öğrenilmesi için çabaladım. Doğru haberi basına geçen ilk kişiydim.

BBC’ye verdiğim demeçden dolayı gazetede yönetici olan birinden tepki gördüm. Bu kişi İstanbul’da oturuyor, bölge dışında yaşıyordu ve gelişmelerden habersizdi. Süreç içinde gerçek durumu öğrendiğinde, Şırnak’ı o duruma getirenlerin istedikleri tarzda gazeteye başlık attırmış olduğunu kavradığında ne düşündü, bilmiyorum.

Daha sonra Şırnak aşiretler konfederasyonu başkanı olan kişinin yakınlarıyla yüzyüze görüştüm ve onlardan konuyla ilgili olarak ayrıntılı bilgi aldım. Bir gün olurki yargılamalar başlatılabilinir, kimin ne yaptığı bilinmeli düşüncesiyle bilgiyi arşivledim.

21 yıl sonra o dönemki Şırnak valisi gerçekleri kendi penceresinden anlatmaya başlayınca yerli tanığın anlattığı bilgileri kamuoyuyla paylaşma gereği gördüm.

Suçlular rütbe aldılar, zengin oldular, korumalar eşliğinde yaşıyorlar, savaş ve insanlık suçları işledikleri için yargılanmadılar, yargılanmayacaklarına eminler.

Ya mağdurlar?

Akli dengelerini kaybedenler, travmalarla yaşayanlar, ruhi, fiziki sakatlıklar, göçertilenler, göçenler, yoksullaştırılanlar, içmülteci olanlar... Gerçekler bilinmeli.

Şırnak şehri pilot bölge haline getirilip imha edildiğinde, onlarca insan, hayvan öldürüldüğünde, çok sayıda ev tahrip edildiğinde Ünal Erkan, Olağanüstü Hal Bölge Valisi’ydi. Bu olaylar sırasında resmi yetkililer “Bir polis ve birkaç askerin öldüğünü” açıklamıştı. Polisi birlikte görev yaptığı kişiler öldürüyorlar. Görgü tanıklarının açıklamalarıyla durum açıklık kazanmıştır. Bu öldürmenin Şırnaklı görgü tanıkları olarak sayabileceğim isimler; Abdullah Erkan; Eski Şırnak belediye başkanı. 1992’de öğretmen olan Serhat Erkan, Mesut Erkan, Murat Erkan. Askerlerin durumuna tanıklık yapacak kişileri bulmak gerekiyor.

Gerçekleri bilebilmek için gerçeklerin objektif bilgi verebilen tanıklarıyla görüşmeli, konuşmalı, öğrenmeli, öğretmeli. Öğrenme, öğretme sorumluluğu gereği 25 Ağustos 1992 tarihinde Şırnex’li Z. Uysal ile yaptığım söyleşiyi hatırlatmak istiyorum.

Şırnak pilot bölge olarak seçildi. Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan yönetimin de Şırnex’de özel bir plan uygulamaya konuldu. Siz de oradaydınız ve bizzat yaşadınız. İşlenen cinayetlerin, imha etme provalarının tanığısınız. Uygulamaları anlatır mısınız?

Z. Uysal: 18.8.1992 günü Şırnak’taydım. Akşam haberlerini seyrettik. Silahlar patlatılmaya başlandı. Uyuyan çocuklar uyandılar.

Ne oldugunu anlıyamadan ışıklarda karartıldı. Tank ve panzer sesleri yakınımızdan geliyordu. Evimiz ana cadde üzerinde bulundugundan, namluların bize doğru çevrili oldugunu anladık. Cam, kapı ve çerceve parçaları etrafımızda uçuşmaya başladı. Sürünerek mutfaga sığındık. Bir top mermisi binanın bir tarafını uçurdu. En büyüğü 12 yaşında olan dört yeğenim ve aneleri ağlamaya başlar başlamaz, bize doğru ateş başladı.

Çocukların ağızlarnı elle kapatmaktan başka seçenek yoktu. Korkudan dolayı tirtir titreyen bu çocukları ve kendimizi ölümden nasıl kurtarabilirdik? Bunu düşünmeye ve ağlayarak birbirimize kısık sesle sormaya başladık. Bulunduğumuz bina başımıza yıkılıyordu. Sürüne sürüne banyoya geçtik. Çocukları yatırdık ve yanlarına oturduk. Tepemizdeki su deposu isabet aldı. Bütün su üstümüze boşaldı. Bina her isabet alışında sarsılıyordu. Sanki deprem oluyordu. Volkan patlaması da eşlik ediyordu. Etraftan insan çığlıkları ve mermi, top sesleri geliyordu. Dumanın kokusu da yayılıyordu. Etrafımız barut kokuyordu. Zaman durmuş gibiydi.

Meğer dünya da sabahı olmayan ne kadar uzun gece varmış. Bekle bekle sabah olmuyordu. Çok yakından gelen bir kadın sesi beni düşüncellerimden uyandırdı. “Ev yıkılıyor, evdeyseniz çıkın. Yaşıyorsanız hemen yanımıza geçin". Hiç düşünmeden mutfağın arka penceresinden zıplıyarak çıktık. Kurşun sesleri, top sesleri içinde kadının evine sığındık. O ev de küçük çocuk ve kadınlar yirmi kişi kadar birikmişlerdi. Etraftan bebeklerin ağlama sesleri geliyordu. Herkes ağlayan çocuğunu susturmaya çalışıyordu.

Şehri ateş topuna dönderenlerin bulunduğumuz yerde canlı olduğunu anlamaları, bize doğru ateş etmelerine, bizleri öldürmelerine yol açacaktı. Bina sarsıldı. Ateşten bir top yan odaya düştü. Arkasından bir daha, bir daha... Yıkılan duvar giriş kapısını kapattı.

Herkes binayı terk etmek istiyordu. Elini tuttugum üç yaşındaki kız çocuğuyla kendimizi dışarıda bulduk. En yakın eve sığındık. Tek katlı toprak damlı bir evdi. İnsanlar birbirlerine yakınlarını soruyorlardı. O evi de hemen terketmemiz gerekiyordu. Beş günlük bir bebeğin annesi kaybolan diğer çocuğu için ağlıyordu. Dışarıya çıkmak ve çocuğunu bulmak istiyordu. Bebeği elinden aldılar. Kadın sıçradı ve fırlayıp dışarı çıktı, gitti. Biz orada 30 kişi kadardık. Daha güvenli bir yer bulmamız lazımdı.

Derken yanımız da büyük bir patlama sesiyle birlikte çöken bir bina ve siyah dumanlar yükseldi. Bina sokağa ve bulundugumuz binanın üstüne çökmüştü. Kendimizi sokağa attık. Sürünerek büyük taştan yapılmış olan binalara doğru ilerledik. Korkunçtu. Etraftaki binaların kapıları kapalıydılar. Yerde sürünen bizleri gördüklerinde tek tek tarayacaklardı. Korkudan ses çıkaramıyor ve içerdekilerin içerden kilitledikleri kapıları açmaları için kendilerine seslenemiyorduk.

Etraf sokak başlarına, yüksek yerlere yerleştirilmiş olan zırhlı araçlarda yer alanlar, görevlendirilenler en ufak bir çıtırtıya, kımıldamaya, sese doğru ateş açıyorlardı. Çoğu insan sokaklarda, yerlerde yattıkları yerlerde duruyorlardı. Kımıldamıyorlardı. Kapısı sonuna kadar açık olan bir eve rastladık. Alt katına sığındık. Evin ikinci katı isabet alıp yıkılmıştı. Bulundugumuz binanın sokağı daracık oldugu için zırhlı araç giremiyordu. Yanğın ve binanın çökme tehlikesi baş gösterdi. Yukarıda bir yerler gürültüyle yıkılıyor, devriliyordu. Sabaha doğru etraf yavaş yavaş aydınlanmaya başladığında bilinçli, hedefli olarak oluşturulan manzaranın korkunçluğunu görmeye başladık. Yerlerde sürünmekten üstümüz yırtılmış ve kir içinde kalmıştık.

Anneler kendilerini minacık çocuklarına siper etmişlerdi. Patlama seslerinden uyanan çocuklar ekmek ve su istiyorlardı. Bulunan bir kaç bayat ekmeği çocuklara paylaştırdık. Yine de bazı eller bize doğru havada kaldı. Ekmek yetmedi. Beş günlük bebek açlıktan ağlıyordu. Emzirecek kimse yoktu. Bir kadın küçük parmağını emzik yerine bebeğin ağzına koyarak onu oyalamaya, ağlamasını önlemeye çalışıyordu. Tank ve zırhlı araçların sesleri geliyordu. Daha çok korkutmak, daha çok öldürmek...

Her yeri hedef yapmışlardı. Bizler sessizce köşelere sindik.

Dualar etmiştik. Sabah olmasını beklemiştik. Geceden beter bir durumdaydık. Herkes yaşamdan umudunu kesmişti. Demek kaderimiz buymuş diyorduk. İnsanlarımız vasiyetlerini birbirlerine söylemeye başladılar. Öyle ya Süleyman Demirel ve Erdal İnönü birlikte hükümet kurmuşlar, Şırnak’a gelmişler ve “ Sizlere şefkat ve demokrasi getirecez. Herşey değişecek” demişlerdi. “Babanın şevkati”, babanın toplarına, “demokrasi” ise bombalara dönüşüp üstümüze yağmaktaydı.

Biz ne yapmıştık? Günahımız neydi? Kürt olduğumuz için bütün bunlar yapılıyordu. 1992 Newroz’unda da aynı şeyleri yaptılar. 47 ölü, l20 yaralı.

Gerçek sayı kaçtı? Kaç 47, 120? Ben o anda da şimdi kaç kişi öldürüldü sorusunu kendime soruyordum. Belki de gerçek ölü sayısını öğrenemeden biz de ölüp gideceğiz, diyordum. T.C.nin şehirdeki görevlileri de; “Teröristler saldırdılar. Biz de karşılık verdik” diyeceklerdi. Öyle değil mi!

PKK gerilalarını şehri bastıkları söylendi. Hatta hem resmi basın da, hem de İstanbul’da çıkarılan Kürt gazetesinde de böyle yazıldı. Bana göre Kürt basınında yer alanlarda bir güzel yönlendirildiler, kandırıldılar, kullanıldılar. Siz evden eve sığınırken veya şehri terk ederken ARGK’yle ilgili bir bilgiye sahip oldunuz mu? Gerilalarla karşılaştınız mı? Gerilalar basmış olsalardı, T.C. güçleri bu kadar rahat davranabilirler miydi?

Botan’da Newroz en temiz, renkli elbiselerle halaylarla karşılanır. 1992 Newroz’unda ise onlarca kişi öldürüldü.

Z. Uysal: Bunca ev değiştirdik, sokak aralarından geçtik. Bir tek gerilaya rastlayamadık? T.C. güçleri neden bizlere, sivillere saldırıyorlar? Amaçları nedir, ne yapmak istiyorlar, diyordum. Acı bir çığlık sesi beni düşüncelerimden uyandırdı. “Yetişin evim yanıyor.” Ses oldukça yakınımızdan geliyordu. Herkes dinledi. 70 yaşındaki bir hacıydı. O çığlık üzerine şidettli bir silah atışı başlatıldı. Hacı’yı öldürdüler. Çığlık susuturuldu!

Biri yüksek sesle üst katın yanmakta olduğunu belirti. Kapalı tuttugum gözlerimi açtım. Her tarafa duman dolmuştu. Geçeceğimiz tek bir yol vardı. Yolun bir bölümü açıktı. Bu kadar insan oradan geçersek kesin görünecektik. Bir kaç kişi kapıdan yolu gözlüyorlardı. Dumanın ve alevlerin azalmasını bekliyorduk. Ateş gittikçe yükseliyordu. Birileri gece geçtiğimiz yoldan insana benzer birinin göründüğün belirtiler. Fatım adlı bayan aramızdaydı. Bu bilgi üzerine bağırarak öne doğru fırladı. “Yavrum Ehmed’im yok.” O anda sanki yüreğimden bir damar koptu. Boğazıma hıçkırık düğümlendi. Kapıdakiler kadını zapt etmeye, çıkışını engellemeye çalışıyorlardı. Genç bir erkek sesi; “Bırakın ben gideyim.”dedi. Çocuğun babasıymış. Diğerleri ise; “ Gitme, olan olmuş. Seni de vururlar.” diyorlardı.

Bombardıman durunca etrafı görebililiyorduk. Bir çocuk yer de doğrulmuş, sırtı bize dönük. O, yaşıyordu. Silah seslerinden bizi duyamıyordu. Ağır bir silah çocuğun bulundugu yeri taramaya başladı. Anesi, fırlayıp gitmek istedi. Zayıf yaşlı bir kadın onu durdurdu ve çıktı, koştu, gitti. Herkes donmuştu, hareketsizdik. Kadın, çocuğu kaptı , çocuk kucağında, koşarak bize doğru geldi; “Ben yaşlıyım. Siz bu beladan kurtulursanız daha çok yaşarsınız. Ben yeterince gördüm, ölsem bile önemli değil.”dedi. Çocuğun annesi ise bayılmıştı. Yaşlı kadının kollarındaki çocuk ise yaşadığı korkudan, ağlamaktan dolayı güçsüz, takatsız kalmıştı.

Düşünüyordum bunlar, T.C. güçleri çıldırmış olmalı. Yapılanlar hiç bir dine, imana, akla ve mantığa sığmaz. Bunu yapanlar baştakilere nasıl hesap verecekler?

Bayram da halkın Newroz’u kutlamak istemesini bahane ettiler. Halıkımı öldürdüler, yaraladılar. Bu sefer ne diyecekler? Neyi bahane olarak gösterecekler? Yıllardır bizimle yaşayan Türkiyeliler; “Olmaz böyle şey. Bu vahşettir” diyerek sorumluların cezalandırılmasını istiyecekler mi? Gazeteleri ne yazacaklar? Şırnağı, bizi bu hale koyanlar yargılanacaklar mı?

Şırnak’da eski yapılar binalar taştan yapılmalar. Onlar dayanıklı mıydılar?

Z. Uysal: Taş bir binaya sığınmaktan başka çare yoktu. Sığınmak istediğimiz taş bina bize yakındı. Karanlığı beklemek zorundaydık. Korkumuz gittikçe artıyordu. Bu başka birşeydi. Gerilayı da bahane edemezlerdi. Şehir deki binalarımız yerle bir ediliyorlardı. T.C. askeri, sivil görevlilerinin zaman zaman Kürt halkına yönelik olarak savurdukları savurdukları tehditleri “ot yeşertmeyiz” pratiğe koymuşlardı, gerçekleştiriyorlardı. Şehir yanıyordu. Atılan her havan topunun hangi bina da kimleri öldürdüğünü düşünüyordum.

Harekete geçtik. Kurşunlar kulaklarımızın dibinden geçiyor. Etrafımızda taşlar ve toprak uçuyorlardı. Kapıya vardık. Kapı kapalı. Biri yıkık bir yerden girip kapıyı arkadan açtı. Binanın alt katına sığındık. Üç katlıydı. Tamamı taş bloklar ve sutunlardan oluşuyordu. Bir mahale halkını barındırabilecek büyüklükteydi. Yüzlerce insan oraya sığınmıştı. Tepemize bir havan topu düştü. Bina sarsıldı. Bir daha düştü. Herkes en alt katta yüzükoyun yere yatmıştı.

Bina 1600 yıllarında inşa edilmişti. Şırnaklı Abdurrahman Ağa’nın dedesi tarafından yaptırılmıştı. Bu ağa benim yakınımdır. Mustafa Kemal’in nutkunda geçen “Kardeşim” olarak hitap ettiği, kendisinden yardım istediği ağadır. Bu aile mensupları Konya’ya sürğün ediliyorlar. Orada dilenerek yaşamak zorunda kalıyorlar. O duruma düşürülüyorlar. Abdurrahman Ağa sürgünde yokluk içinde ölüyor.

Bu bina da isabet alıp sarsıldı. Taşlar düştü. Çocuklar yeniden ağlamaya başladılar. Düşünüyordum, bu gidişle sağ kalanları da kurşuna dizecekler. İşi tanrıya havale etmiştik. Sabah oldu. Dışarı da megafon sesleri yükseldi. Şehri tarayan, harabeye çeviren, gördükleri canlıları tek tek hedef alan, öldüren, yaralayan, evlerimizi, zenginliklerimizi top, mermi yağmuruna tutan T.C. güçleri Şırnaklılara sesleniyorlardı. Onlar, insanlarımızın bulundukları yerlerden çıkmalarını, sokaklarda biraraya gelmelerini emrediyorlardı.

Feryat sesleri geliyordu. T.C. güçleri, içinde bulunduğumuz taş binanın damında, ellerinde benzin bidonlarıyla bekliyorlardı. Çıkmazsak, benzini binaya dökecek ve binayı tutuşturacaklar.

Hepimiz orta avluya çıktık. “Yüz üstü yere yatın. Kapıya doğru sürünün.” Emrini verdiler. Kaç kişi onların türkçe dilinde verdikleri emri anlıyorlardı ki? On yaşındaki çocuklar da bu emre uymak zorundaydılar. Yüz üstü yere yatan bizlerin üzerine basıyor, bizleri çiğniyor ve postallarla tekmeliyorlardı.

Kadın ve çocukları ayırdılar ve caşhların (korucu) bulunduğu yere götürdüler.

Yakınımızdaki bir özel tim telsizle üst birimlerine şu haberi verdi; “ Sığınakta 20 terörist ele geçirdik.” Silahlar yeniden patlamaya başladı. Herbirimiz bir yere dağıldık. Birbirimizi kaybettik. Öğleye doğru zırhlı araçlardan bağırdılar, anons yaptılar; “Şehir de, evler de arama yapılacak. Herkes kendi evine gidecek.”

Ardından uçaklar göründü, dalış yaptılar. Heştiyan-Heştan (Yoğurtçu) köyün de dumanlar yükselmeye başladı.

Biz Kürtler topluca “terörist”tik. Sıfatımız buydu. Saldırıya uğrayan bizlerdik. Öldürülen, yakılan, yoksullaştırılan bizlerdik. “Terörist” de bizlerdik. Onlarsa öldürenlerdiler, yakanlardılar, gasp edenlerdiler ve masumdular! Sağ olanlar birbirimizle karşılaştığımızda hayrete düşüyorduk. O ortamda, ateş çemberinde nasıl sağ kalabildik? Evlerine ulaşanlar kümelenmiş acı acı ağlayıp dövünüyorlardı, ağıt yakıyorlardı.

Ateş çemberi, talan, gasp birlikte mi yürütüldü?

Z. Uysal: Şırnak yakılıp yıkılmıştı. T.C. güçleri taşıyabildikleri zihnet eşyalarımızı, altın, gümüş, para, halı, kilim, antika eşya, vb. elle taşınabilen değeri yüksek olan mallarımıza el koydu. Taşıyamadıklarını da kurşunladılar, yaktılar kullanılmaz hale getirdiler. Kömür ocaklarımız vardı, işletiyorduk. Eşim avukatlık da yapıyordu. Şimdi hiç birşeyimiz yok. Evim oturulamaz durumda. İçinde ki bütün eşyalarımla birlikte mahvedildi. Üstümdeki elbiselerde Cizreli bir kadına ait.

T.C.’nin şehri yakan güçleri beni bulsalardı öldürürlerdi. Halkın Emek Partisi’li (HEP) olmamız öldürülmem için yeterliydi. Cizreliler beni Şırnak’dan gizlice çıkardılar. Ben hayatımda çarşaf giymemiş olan insan kara çarşaf giyinerek Şırnak’ı terk edebildim. Cizreliler beni gizlice ayağımdaki terlikle Ankara’ya ulaştırabildiler. Alış veriş yapacak durum bile yoktu.

 

Eşinizin kardeşi Doğru Yol Partisi  İl Başkanı. Onlar ne durumdalar?

Z.Uysal: Onun evine de havan topu atılmış. Kendileri yaralanmışlar ve o halde kurtarılmayı beklemişler. Kim onlarla ilğilenecek? Doğru Yol Partisi yetkilileri mi? Kimin umrunda? Doğru Yol İl Başkanı da olsa, şırnaklı değil mi? Şırnaklı olduğu için zulmü hak ediyor!

Eve top atılıyor. Yedi kişi yaralanıyor. Ağır yaralılar kan kaybediyorlardı. Kornişlerden birini indirip beyaz bir bez ve bir kağıt asmışlar. Pusulada ağır yaralıların bulunduğunu belirtiyorlar. Tanklar evin önünden geçiyorlar. Beyaz bezi gördükleri gibi içerdekilerin üzerlerine doğru mermi yağdırmaya başlıyorlar. Kendisiyle en son konuştuğum da Eltim: “Ağır yaralılar şu anda komadalar.”dedi.

 

Yaralıları kurtarabildiniz mi?

Z. Uysal: İnsanlar evlere dağılabildikten sonra, yıkıntılar arasında, dumanlar arasında yakınlarını aramaya başladılar. Bütün araçlar tahrip edilmişti. Yaralıları ve ölüleri taşıyacak, kaldıracak araçta bulunamıyordu. İnsanlar ağlaya ağlaya şehiri terk etmeye, göç etmeye başladılar. Cizre’ye doğru gidiyorlardı. Şehirde oturanlar için ilk göçtü. Köyden gelenler için ise ikinci göç. Yeniden geride ölü, yaralı, yıkıntı bırakarak, köylerinden kurtarabildiklerini de şehir merkezinde yitirerek, kaybederek yollara düştüler.

Size bir örnek vereyim; Sökmen ailesinden bir kadın yanıma yaklaştı: “Çocuklarımız daha dükkanı kapatmamışlardı. Saldırı üzerine dükkanda kaldılar. Dükkan yakıldı. Üçü de yanarak öldü. Çığlıklarımız kar etmedi. Hawar hawarlarıma karşılık bulundugumuz yere mermiler yağdırdılar” dedi. Kadın üç canı kaybetmenin acısıyla hıçkırıklara boğulmuştu. Hıçkırarak anlatıyordu. Benimde yakınlarım kayıptı. Hem kendime, hem diğerlerinin kayıplarına ağlıyordum. Göz pınarlarım kurudu. Hele kayıp çocuklarını arayan annelerin durumu! Bir başka görünümdü. Anneler, saçlarını yolup, dizlerini, gögüslerini dövüyorlardı, ağıt yakıyorlardı. Ben bu çığlıkları duymak, diz dövülüşlerini, saç yolmalarını görmek istemiyordum.

İnsanlarımız sadece birlikte ağıt mı yakıyorlardı? Birbirinize yardım edebiliyor muydunuz?

Z. Uysal: Şurası bir gerçek: Bu saldırı bizler de birbirimize karşı dayanışma, destek yarattı. Birbirimize kenetlendik. Herkes birbirinin yardımına koşuyordu. Tanıklar, benim de tanık, kurban olduğum olayların daha korkunç, daha vahim şekilde yaşandığını anlattılar. Ben bir oranda şanslıydım. Yanımda kan kaybından ölen, bombayla parçalanan, çöken evlerin altında yanarak, inleye inleye ölen olmadı. Şu resimde gördüğün yedi yaşındaki kız kardeşler yanan evin içinde birbirlerine sarılı şekilde, ölü olarak bulundular. Çocuklar yanmışlardı. Anneleri cesetleri döndüğünde kendisini kaybetti, çılğına döndü. 

T.C. yetkilileri bir polis ve bir kaç askerin öldüğünü söylediler. T.C. kurumlarınca, kuruluşlarınca kullanılan araçların ve binaların bir tekin de mermi, top izi yok. Sivillere, şırnaklılara ait evler, işyerleri, hayvan barınakları yanmış, çökmüş, duvarlar yıkılmış.

Bildiğim kadarıyla 1937-38 Dêrsim soykırımından sonra ilk kez bir şehir de toptan öldürme provası yapıldı. Açıklanan ölümleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Hastane morglarında, sokak aralarında, enkazların altında, mezarlıklarda bulunan cesetler yalnızca Şırnak yerlilerine mi aitlerdi?

Z. Uysal: Hastane morglarında, sokak aralarında, enkazların altında, mezarlıklarda bulunan cesetler yalnızca şırnak yerlilerine aitlerdi. Ben şunu çok iyi anladım. Onların silahlarını kuşanan elbiselerini giyen insanlar içinde bir zerre, gram insanı duygu taşıyan yapılanlara karşı çıkıyor. Karşı çıkmak demekte onlar tarafından öldürülmek demektir. Biz 5 kişi şahit olduk. Şehre saldırının ikinci günü bulunduğumuz sığınaktan havalandırma deliğinden dışarıyı görebiliyorduk.

19.8.92, saat 11 cıvarıydı. Qılab (Uludere) karayolunu gözlüyorduk. Araba sesleri gelmeye başladı. Bir panzer önde, ortada ise bir polis minübüsü, arkasında yine bir panzer şeklinde yol alıyorlardı..

Qılab alt yol da, hamamın önündeki köprünün üstüne gelip durdular. Şöför dahil hepsi aniden araçtan indiler. Özel timler savaş, çatışma durumuna geçtiler, siper aldılar. Yarım otobüsü taramaya başladılar. Onlar otobüsü taramaya başlarlarken, otobüsün içinde bulunan ve otobüsün penceresinden dışarıya doğru el kol hareketleri yapan, yerden kalkmaya çalışan bir özel tim gördük.  O özel tim tarandı ve taranan arabanın içine düştü. Onun düştüğü yeri hem timler, hem de panzerde bulunanlar yeniden taramaya başladılar. Bu iş 5 dakika kadar sürdü. Silahlar sustu. Mevzi alanlar, polis otobüsünü tarayanlar, kalkıp minibüse doğru gittiler. Kapıları açıp özel timin cesedini çıkardılar. Bir polis taksisine koydular. Ondan sonrada çevre de bulunan evleri taramaya başladılar.

Üç gün sonra evleri tek tek aramaya geldiklerinde polislerden biri “Biz bu köprüye geldik. Bizi taradılar, bir arkadaşımızı vurdular” dedi. Biz olay yerini görmüştük. O evlerden olayın görüldüğünü, izlendiğini kendileri de biliyorlardı. Bundan dolayı da böyle bir açıklama yaparak tepkimizi ölçmeye çalışıyorlardı. Sadece ben ve yanımdakiler değil, diğer evlere sığınanlar, kalanlar da özel timin özel timlerce öldürülüşünü görmüşlerdi.  Biz kendilerine, siz kendi çalışma arkadaşınızı taradınız, öldürdünüz, desek o anda bizleri de öldüreceklerdi. Susmayı tercih ettik.

T.C. resmi yetkililerince öldürüldüğü söylenilen, kendi çalışma arkadaşlarının öldürdükleri O polisti. Kendileri öldürdüler ve resmiyetde kendilerinin “şehid”i olarak da ilan ettiler. O adamın bütün yakınlarını ve milyonlarca insanı da kandırdılar. Şırnak eski belediye başkanıyla birlikte biz çok sayı da kişi bu olayın tanığıyız. Eğer söyledikleri gibi “bazı askerler” de ölmüşlerse onlarda T.C. görevlilerinin mermileriyle ölmüşlerdir. Bundan eminim. Türkiye’de anneler çocuklarının nelerle karşılaştığını, nasıl, hangi amaçlarla kullanıldıklarını, öldürüldüklerini bilmiyorlar.

* Evin Çiçek, İnsan Hakları dernegi Siirt Şube Başkanı

Not: Belgeler, bilgiler, resimler yazara, Sevê Evin Çiçek`in arşivine aittir. İzinsiz kullanılamaz.

Güncelleme Tarihi: 22 Aralık 2013, 11:18
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER