Hrant ve devlet

Demokratik yaşam, ekonomik, kültürel ve tarihsel koşulları olan ve yöneticilerin niyetinden bağımsız olarak gerçekleşen bir toplumsal ilişkiler bütünüdür.

Hrant ve devlet
 Aydın ÇUBUKÇU /EVRENSEL


Demokratik yaşam, ekonomik, kültürel ve tarihsel koşulları olan ve yöneticilerin niyetinden bağımsız olarak gerçekleşen bir toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bir ülkede demokrasinin varlığı ya da yokluğu, yöneticilerin kişisel özelliklerine değil, yönetilen sınıfların nasıl yaşamak istediklerine ve bu isteklerini gerçekleştirecek siyasal ve sosyal araçlara sahip olup olmamalarına bağlıdır. Özetle, yönetilenlerin mücadelesinin ürünüdür ve sürekliliğinin tek güvencesi de yine bu mücadeledir.

Türkiye’de ise, ilk “Baskıya son, yaşasın hürriyet” sloganıyla ortaya çıkanların siyasi ve ideolojik biçimlenmesi esas olarak “İmparatorluğun kurtarılması” endişesine dayanıyordu. Hürriyet istiyorlardı ve bundan anladıkları Abdülhamit yönetiminin son bulmasıydı, demokrasiden ise haberleri yoktu. 
İmparatorluğun son yıllarından cumhuriyetin bütün dönemlerine kadar, Türk devletinin daha temel özellikler bakımından süreklilik gösterdiğini söyleyebiliriz. İdeolojik ve politik bakımından baskıcı ve antidemokratik olan bu niteliğin başlıca dört kaynağından söz edebiliriz.

1. ETNİK VE DİNSEL NETLİK ARAYIŞI

Büyük bir coğrafyada pek çok farklı etnik ve dinsel aidiyete mensup halkların yalnızca mevcut devlet aygıtlarıyla yönetilemeyeceği Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da yaşadığı yenilgiyle görülmeye başlandı. 
Bu bakımdan Balkan Savaşları, Osmanlı devletinin ve onu takip edecek olan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneklerini, iç ve dış politikada dayanağı olacak olan ideolojik eğilimlerini de belirleyen bir rol oynamıştır. 
Özel olarak, Müslüman ve Türk olmayan halkların potansiyel “iç düşman” olarak görülmesinin ve buna uygun politikalar geliştirilmesinin başlangıcı Balkanlar’da yaşanan yenilgi ve bunun sonucu olarak doğan yıkılma-yok edilme korkusudur. 
Önce Abdülhamit döneminde geliştirilen panislamist, onun ardından İttihat ve Terakki tarafından yaratılan pantürkist ideolojiler, devletin dayanacağı güçlerin kimliği konusunda bir tartışmayı başlatmış, cumhuriyetle birlikte bu tartışma “dünya çapında bir Türk imparatorluğu” rüyasını dışarıda bırakan bir Türkçülükte karar verilerek devlet açısından sonuçlandırılmıştır. 
Fakat bu arada, “imparatorluk sınırları içinde” “Türk olmayan” bütün halkların “ihanet ettiği” düşüncesi de gelişmiş, “Milli Kurtuluş Savaşı” sürecinde de, Anadolu’nun Türk ve Müslüman olmayan bütün halklarına karşı “etnik temizlik” uygulanmıştır. Büyük çapta bir “sermayenin el değiştirmesi” süreci de olan bu dönem boyunca milliyetçilik, özel olarak Ermeni ve Rum düşmanlığı rengi kazanmıştır. Eskiden Ermeni ve Rum nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde, bugün Türk Milliyetçiliği düşüncelerinin egemen olmasında, sürgün yoluyla ya da öldürülerek yok edilmiş yüz binlerce insanın yeniden dönerek mallarını geri alabilecekleri korkusunun payı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.  Bu sosyopolitik olgunun temelinde, bu yolla zengin olmuş kesimlerin propagandası ve politikaları vardır. 

2. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ VE ANTİKOMÜNİZM

I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı emperyalistler arasında paylaşılmasına karşı başlayan ulusal direniş, o dönemde gerçekleşen Sovyet Devrimi ve onun önderi Lenin tarafından açıkça desteklenmiş olmasına karşın, Ankara hükümeti “Bolşevizm”i bir “iç tehdit” olarak görmüş ve Türkiyeli komünistleri şiddetle yok etmekten geri durmamıştır. Türkiye’deki ulusal mücadeleyi özellikle İngiltere’nin Sovyetleri yok etmeye yönelik girişimleri önünde bir bariyer olarak gören Sovyet hükümeti yardımlarını sürdürmüş, iyi ilişkileri geliştirmiştir. 
Ancak yine Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasındaki yakın zamanlara kadar sürmüş savaşlar yüzünden kuzeydeki komşusunu tabiatı değişmez bir düşman olarak gören devlet anlayışı buna bir de sınıf iç güdüleriyle komünizm tehdidini ekleyerek milliyetçi ideolojisini Rus düşmanlığı ve antikomünizmle genişletmiştir. Milliyetçilik, bu tarihlerden itibaren “Büyük Türk Dünya İmparatorluğu” rüyasını bırakarak iç politikanın silahı haline gelmiştir. 
II. Dünya Savaşı sonrasında NATO üyesi olan ve ABD’ye bağımlı hale gelen Türkiye, zaman zaman SSCB ile diplomatik, ticari ve ekonomik ilişkilerini oldukça verimli bir düzeyde sürdürmesine karşın, içeride “komünizmi ezmek” hedefine bağlı kalmış ve Mc Carty yöntemlerini ABD’de olduğundan daha etkili bir biçimde kullanmıştır. 

3. KÜRT SORUNU VE DEVLET İDEOLOJİSİ

Türkiye Cumhuriyeti devletinin ideolojik ve politik gericiliğinin ve bunun sonucu olan baskıcı ve şiddete dayanan yönetim anlayışının bir diğer kaynağı, Kürt ulusunun varlığıdır.
Müslüman Kürtler, uzun süre tehdit kaynağı olarak görülmemiştir. Hatta Hristiyan halklara karşı uygulanan etnik temizlik hareketlerinde Kürtler devletin yardımcısı olarak kullanılmışlardır. 
Ancak 1930’lu yıllarda şiddetini artıran bir biçimde devlet Kürt ulusunu asimile etme politikası izlemeye başlamıştır. Cumhuriyetin başlangıç yıllarında “milletin asli unsurlarından biri” olarak kabul edilen Kürtler, tümüyle sosyal ve ekonomik nedenlerle başlayan halk muhalefetinin gelişmesi sonucunda “bölücü tehdit” olarak ilan edilmişlerdir. Dinsel-ulusal biçimler altında gerçekleşen Kürt halk isyanları büyük bir şiddetle bastırılmış ve soykırım derecesinde bir imha hareketine girişilmiştir. 
Kürt halk hareketine karşı devlet, çok uzun süre Kürt ulusal kimliğini inkâr siyaseti izlemiş, Müslüman olmalarını asimilasyon için bir dayanak haline getirmeye çalışmıştır. Kürtlerin aslında Türk olduklarını iddia etmiş, buna karşı çıkan herkesi ağır biçimde cezalandırmıştır.

4. ALEVİ TOPLULUĞUNUN VARLIĞI

Alevilik, Anadolu’nun en eski inanç sistemlerinden biridir. Alevilik başlangıcından itibaren yoksul halk kitlelerinin inanç sistemi olarak var olmuş, Selçukluların ve Osmanlıların resmen Sünni mezhebini kabul etmelerinden sonra gerek İslamiyetle bağdaşmaz görülen inançları yüzünden, gerekse kültürel farklılıkları ve yaşam biçimleri nedeniyle katliamlara uğratılmışlardır. Alevi halk da, tıpkı Kürtler gibi asimile edilmeye çalışılmış, inançları İslamiyete göre “düzeltilmeye” çalışılmıştır. Devlet kendi resmi inancına sahiptir ve bunun dışındaki bütün inançlara karşı resmi sınırlar belirlemiştir. Hıristiyan nüfusun hemen hemen tümüyle yok edilmiş olmasından sonra aynı “başarıyı” Aleviler üzerinde de elde etme hayali halen diridir. Aleviler, geçmişte yaşanan bütün Anadolu isyanlarının öncüsü ve temel gücü olmuşlardır ve bu yüzden Osmanlı’da olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde başlıca tehditlerden biri olarak görülmektedir. 
***
Türk egemen sınıflarının ve onların devlet aygıtının temel politikalarını biçimlendiren bu dört toplumsal ve tarihsel dayanak, esas olarak ezilen halkların ve sınıfların muhalefetinin her belirtisine karşı şiddet uygulanmasının da temelini oluşturmuştur. Yasal ya da yasa dışı yollarla yürütülen baskının, cinayet, toplu kıyım, azınlıklara ağır vergiler uygulama, mülklerine el koyma, dinlerini baskılama biçimlerini aldığını, linç, yağma, kundaklama gibi toplumsal suçların kışkırtılmasına kadar vardığını yakın tarihimizde yaşanmış pek çok örnek göstermektedir.

DEVLET İDEOLOJİSİNİN  CİSİMLENMESİ OLARAK HRANT DİNK CİNAYETİ

Hrant Dink, kişi olarak bu dört unsurun bileşimiydi. 
Ermeniydi, komünist hareketlerle yakından ilişkili olmuştu, Kürtlerin ve Alevilerin ödünsüz dostuydu. Türkiye’de devlet şiddetinin kendisini meşru kılmak için kullandığı bütün temaların toplamıydı. Elbette bu özelliklerinin gereğini büyük sorumluluk ve inatla yerine getiren bir yazar ve bir aydındı. 
Devlet açısından söyleyecek olursak, bütün tarihsel korkularının cisimlenmiş haliydi ve tam öldürülecek adamdı!
Bunun karşısında cinayete karşı halkın gösterdiği tepki de bütün tarihsel unsurları üzerinde taşıyordu. Çok açık olarak, Hrant’a sahip çıkan halk yüz yıllar boyunca biriktirdiği bütün öfkesini ve bu evladında kişiliğini bulan derin mücadele özlemini dile getirdi. Ermeni sıfatını bir küfür olarak kullanagelen devlet ideolojisine karşı “Hepimiz Ermeni’yiz!” diye haykırmasının açıklaması buradadır. Bu kimlik altında birleşmeyi o gün bir onur olarak kabul edenler arasında Müslüman Türk ve Kürtler, Aleviler, komünistler de vardı ve bütün Türkiye çapında milyonlarca insan aynı duyguyu rahatlıkla paylaşabildi. 
Hrant’ın öldürülmesi tarihin dile gelmesiydi. Bir yanında devlet, diğer yanında bütün renkleriyle bütün bir halkın bulunduğu tarihsel kavganın simgesiydi bu cinayet. 
Bu büyük olayın bize öğrettiği önemli dersler vardır. 
Karşı karşıya gelen devletin ve halkın iki temel özelliği çok berrak bir biçimde burada görülmüştür.
Ermeni Soykırımı yalnızca İttihat ve Terakki Partisinin bir dönem uygulayıp bitirdiği bir hareketten ibaret değildir. Cumhuriyet dönemini de kapsayan ve sürekliliği olan bir politikanın ürünüdür ve bu topraklarda yaşayan bütün muhalefet potansiyellerine karşı uygulanan sistemli baskının en önemli ve en acı veren bölümlerinden biridir. Devletin şiddete dayanan egemenlik anlayışının temel niteliğini gösteren bir örnektir.
Diğer yandan bu cinayetle açığa çıkmıştır ki, Hrant asla rüya görmüyordu. Bu topraklarda birlikte yaşamak, birlikte uygarlıklar kurmak geleneğine sahip çok renkli bir halk yaşamaktadır ve eşit, özgür ve demokratik bir toplumu kurma gücünü birlikte ortaya koyabilirler.

Güncelleme Tarihi: 19 Ocak 2014, 20:15
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER