Çölün kadınları için...

Rojava’da ve Şengal’de ve Mahmur’da ve çölün şehirlerinde güneş doğarken, kendini yitirirken... Kadınlar güneş ile yol alırken, kalabalıklar arasında suskunluğuna ağlarken, ruhunu uzaklara taşırken...

Çölün kadınları için...
Deniz BİLGİN / ANF

Çöl... Toz... Ve zaman...


Rojava’da ve Şengal’de ve Mahmur’da ve çölün şehirlerinde güneş doğarken, kendini yitirirken... Kadınlar güneş ile yol alırken, kalabalıklar arasında suskunluğuna ağlarken, ruhunu uzaklara taşırken... Her zamanki gibi inanılmaz direngenliğiyle çölün kadınları.

Çok fazla zaman geçmemişti, o sürmeli kadının kendini uzun siyah örükleriyle asmasının üzerinden...

Doğu’nun ortasında. Ağustos sıcağında kumların taşıyamama noktasında kırılmasıdır hayat, çölde. Oysa çöl bir zamanlar bilgeliğin mekanıydı. Sonsuzca uzanan toz deryasında o saf bilince, farkındalığa ulaşılırdı. En çok da kendi içindeki yeryüzünden de öte evreni, derinliği çölde farkederdi insan. Ufuk noktası ve toz deryası ne ölümü ne de yaşamı hatırlatırdı. Her biri yeryüzünde geçirilecek zamandan birer parçaydılar.

Doğu, henüz bu denli karanlık olmamışken. Doğu’nun gözleri henüz karanlığa gömülmemişken. Olay sadece gözlere mil çekilmesi değildi. Ta derinlerde, bilgeliğin yolunu açan gönül gözünün kararmasıydı asıl olay.

Çok fazla zaman geçmemişti, çölün zerreleri yüzüne dolmuş gibi mahsun duran o kadının kendini yakmasının üzerinden... Meryem’in Azmar dağına özlemi giderek büyüyorken.

Çöl yarılıyor şimdi. Kum tepecikleri her fırtınada biraz daha dağılıyor. Çöl, insanlar birbirini anlamadıkça yarılıyor; acıdan yarılıyor. Tıpkı susuz kalmış dudakların yarılması gibi. O yara, insanın içine doğru genişliyor. Toz zerreciklerinden sürmeli gözlere giden yol, o derin yarıklarla örüldü.

Nasıl geldik buraya? Başlangıç nerede? Ya da bir başlangıç var mıydı? Ak pak yollardan örülü bir başlangıç var mıydı? Yoktu da biz mi uydurduk. Sırf ‘başlangıcı nasıl olursa sonu da öyle olur’ sözüne ihanet etmemek için. Kaynak kirli mi yoksa temiz miydi?

Çok fazla zaman geçmemişti, sırf zulmün en zirvesinde kendini deneyen kirli adamların eline geçmemek için o kadının kendini paramparça etmesinin üzerinden...

Doğu, son yıllarda kaç yıl geriye gitti? Bin yıl mı, iki mi, yoksa başa mı döndük yeniden. Ama sorun da bu ya, hangi başa?

Yeniden Babil kulesinin dibinde birbirini anlamayan topluluk mu oldu insanlık? Sadece öldürmenin yetmediği, ondan daha beter yolların arandığı bir yer mi... İşte çölün insanı o saf bilinci yitirdi ya, şimdi bilemez insan zulmünün son noktasını da çoktan aşmıştır. Artık tekrardan ibarettir yaptıkları. Bundan öte yaşatacak cehennem kalmamıştır. O cehalet, hala bir din adına zulmün en yüksek noktasını aramaktadır, çöllerde. Nafile!

Doğunun Ortası, bir din adına –görünürde bir din adına- adın konulamaz bir ortama sürükleniyor. ‘Kutsal’ın eritici sıcaklığı, korku ile mabetlerini yükseltmek için çırpınıyor. En çok da korkudan medet umuyorlar. İçlerindeki korkuyu, böylece yeneceklerini sanıyorlar. Ölülerin sırtlarda naralar atılarak dolaştırıldığı kum tepeleri kuruyorlar. İnsanın ancak içinde figüran olabildiği bazen onu bile olamadığı, yığılıp kaldığı mabetler.

Çok fazla zaman geçmemişti, sırf başka bir dinden olduğu için tecavüze uğramış, öldürülmüştü o kadınlar...

Doğunun Ortasında, olup biten her şey, en az da inanç ile ilgili oysa. En çok da yeryüzünün maddi gerçeklikleri ile ilgili. Petrol, para, su, toprak... Bu topraklarda olup biten hiçbir şeye buranın insanları karar vermez, veremez. Batı, artık sinsice de değil apaçık bilemekte zihnini. Ki o zihin, -gönül gözünden yoksun kuru zihin- yeryüzünü kirleten, bunca ölümden tümsekler yaratan, insanları çarpıştırarak nemalanan, donuk gözlerle zaferini kutlayan...

Dünyanın her yerinde savaşlarda en fazla zarar gören kadınlardır. Ki bu savaşların çıkmasında onayları olmamıştır, bilgileri dahi olmamıştır. Savaşlarda ganimettir kadınlar. Her türlü şey reva görülür.

Şimdi kadim bir inançtan olduğu için kaçırılıyor, dile getirmesi dahi zor yöntemlerle öldürülüyor kadınlar. Ya da çocuklarıyla birlikte açlık ve susuzluktan ölüyorlar. Dersim 38 katliamı sonrası göç yolunda ölen Beye’nin hikayesi gibi. Tarihlerin tekerrürleri insanın kendini yitirmesinden oldu hep.

Önce kadınlar için fetvalar veriliyor. Etinin her zerresi için on kat çarşaf, her hücresi için onulmaz işkence.

Oysa bu topraklarda farklı inançtan insanlar birarada yaşamıştı, iki bin yıldır süren savaşlara rağmen kendini korumayı başaran kadim inançlar kendini korumuştu. Çünkü onlar gönül gözleriyle bakmışlardı yeryüzüne. En çok da kadınlar... Şimdi duyarlılıklarını yitirmiş, kuru zihinden ibaret erkekler tarafından öldürülüyorlar şimdi. Yaşayıp da her hücresi acıya kesmiş olanlar da var. Kaç kadın ve çocuk öldü, kaçı tecavüze uğradı ya da başka işkenceler maruz kaldı, bilmiyoruz. Konforlu şehirlerinde ve odalarında oturup çalışma yürüten Batı kurumları hiç bilemez. Onlar Batı’nın maddi dünyasının bir parçası.

Oysa Şengal’de bir kadının bir saniyelik acısı, yeryüzünün damarlarında onulmaz yaralar açar. Evrenin karanlık dehlizlerinde ses olur. Ancak gönül gözüyle bakabilenler bu bilginin farkına varır.

Çölde zaman yavaş akarmış. Şimdi her zamankinden yavaş. En çok da kadınlar anlayabilir, hemcinslerinin yaşadıklarını, anlamaktan öte hissedebilirler. En çok da onlar ses olabilirler. Çünkü çölün bilgisini, dağın ve suyun duyarlılığını, yaprağın sevgi titreşimlerini kadınlar taşır içlerinde. Acı çeken her kadın için söz ile eylem ile bir sevgi kucağı örme, derman olma zamanı... Kadın için en radikal meşru savunmayı Ortadoğu’da yapma zamanı. Kadınlar, bu bilgiyi zaten içlerinde taşıyor. Hiçbir savaş, kirlilik, sevgisizlik bu bilgiyi yok edemedi, yeterki içimize bakmasını bilelim.

 

Güncelleme Tarihi: 08 Ağustos 2014, 16:14
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER