Savaş, Medya, Muhabir...

Savaşın taraflarından bağımsız gazetecilik istisnaları olan bir lükstür. Yayıncı kuruluşun çatışma bölgesinden gelen “tertemiz” haberi nasıl bir biçime sokacağını belirleyen ise etik değil maalesef politikadır.

Savaş, Medya, Muhabir...
Ümit BEKTAŞ / BİANET

Son zamanlarda haber örgütlerindeki değişim ve ticarileşme, savaşların değişen doğası, teknolojik değişimler olarak sıralanabilecek bir dizi değişim savaş muhabirliğinin yapılma biçiminde değişime neden olmuş ve eskisinden daha önemli hale getirdi.

Haberciliğin büyük medya holdinglerinin ve medya sahipleri ve hissedarlarının kar amaçlı etkinliklerinin önemli bir parçası haline gelmesi ve görüntünün gücüne dayalı televizyon haberciliğinin haberin yapılma biçimine baskın hale gelmesi, çarpıcı görüntü sağlayan haberleri yani şiddet olayları, savaşlar, felaketler gibi olayları öteki günlük olayların karşısında önemli kıldı. Televizyonun ardından gitmeye zorlanan basın da buna uyum sağladı. Böylece savaş muhabirliği önemli hale geldi.

Savaş muhabirliğinde değişimler

İki tarafı olan ve taraflardan birinin galibiyeti ile sonuçlanan geleneksel savaşlar yerine, belirsiz, düşük yoğunluklu, iki profesyonel ordu arasında değil de askerler, siviller, geçici gruplar arasında sürdürülen, katılan tüm tarafların fiziksel ve ahlaki olarak yıpranmış olduğu yeni tür savaşlar, savaş muhabirliğinin yapıldığı çevreyi değiştirdi.

Bunlar olurken savaş muhabirlerinin statülerinde de bir değişim yaşandı. Doğrudan bir basın kuruluşuna bağlı savaş muhabirleri yerine, serbest ve iş başına çalışan savaş muhabirlerinin sayısı arttı.

Teknolojik gelişmeler ise bir yandan savaşın daha dinamik ve çarpıcı bir biçimde görüntülenebilmesi ve çok hızlı bir şekilde aktarılabilmesini sağlarken diğer yandan da, savaş muhabiri dışında çatışma bölgesinde yaşayan bireylerin hepsini görüntü alan, fotoğraf çeken, yazdıkları haberleri elektronik olarak tüm dünyayla paylaşan yurttaş gazeteciler haline getirdi.

Bu yazının temel konusu, savaş muhabirliğini ve savaş muhabirliğinde yaşanan dönüşümü son günlerde Suriye’de yaşanan çatışmalara dair haberleri temel alarak tartışmaktır. Kuşkusuz çatışma bölgesinde yapılan gazeteciliği sorgulamak, olaya kara çalmak değildir. Orada bulunmanın önemsizleştirilmesi amacı da asla güdülmemektedir.

Meslekte başka bir "mertebe"

Kırım Savaşı, modern cephe savaşlarının ilki sayılmasının yanında, telgrafın ilk defa askeri amaçlarla kullanıldığı, Florence Nightingale'in sahra hastanesinde öncü hemşirelik hizmetlerini başlattığı, Osmanlı’nın ilk defa dış borçlanmasına neden olan savaştır.

Kırım Savaşı’nda İngiliz askerlerinin yaşam koşullarını görmek için cepheye giden ve 22 ay boyunca siperlerden “Times of London” isimli gazeteye haber geçen William Howard Russel ve 1855 yılında ilk resmi savaş fotoğrafçısı olarak gönderilen Roger Fenton ise savaşın vahşetini okuyuculara en gerçekçi biçimde aktarırken, toplumun savaş kavramsallaştırmasına yeni bir gerçeklik düzeyi ve doğrudanlık kazandıran modern savaş muhabirliğinin de temellerini atmışlardı.

Kuşkusuz savaş muhabirliğine  (daha genel bir tanımlamayla çatışma bölgesi gazeteciliğine) öteden beri hem gazetecinin bizzat kendisi (isçi) hem de yazı işleri, yayın sorumluları ve yöneticiler  (işveren ve/ya da işveren temsilcileri) tarafından, ilgi çekmesi, ihtiyaç duyulması, saygı görmesi, rekabete güç katması ve prestij sağlaması sebebiyle büyük önem atfedilir.

Diğer taraftan gazete satışları ve televizyon haber reytingleri savaş zamanlarında büyük ölçüde artar. İşin gereği olarak dünyanın en çatışmalı bölgelerine gitmek; haberi, haber fotoğrafını ya da filmini sağlayabilmek için çatışmanın olduğu yere en yakın olmak için çaba harcamak savaş muhabirliğinin en tehlikeli gazetecilik yapma biçimi olmasına neden olur. Bu da savaş muhabirini gazetecilik alanının tartışmasız kahramanı haline getirir.

Hayatını sıradan bir basın toplantısında tehlikeye atması pek de mümkün olmayan gazeteci, çatışma bölgesinin tehlikeli çemberine adım attığında (istisnaları olsa da) başka bir “mertebeye” yükselip saygı görür, takdire şayan bir iş yaparak hem kendisine hem de çalıştığı kuruma şöhret sağlar. Savaş muhabiri, geride bıraktığı basın toplantısı takip eden iş arkadaşlarından, hiç değilse bir adım, öndedir.

Başlangıcından bu yana savaş muhabirliğini “farklı” kılan iki temel unsur vardır: Yapıldığı yer ve yapmak için alınan risk. Yer herkesin gidemediği ama merak edilen yerdir; yapmak için yola çıkan gazeteci ise çatışmanın içine girmeyi göze alarak belki de hayatına mal olacak bir risk almıştır. Herkesin gidemediği yere gitmek ya da gitmeye karar vermek gazeteci açısından kişisel bir girişim-adım;  işveren-yönetenler açısından ise ticari bir gereklilik, malı satmak için eli güçlendiren bir katkıdır.

Orada olmak

Herkesin gidemediği yere gitme eylemi, gidilen yere ulaşmanın zorluğu arttıkça, gidilecek yerde yapılan işten daha büyük önem kazanır. Orada bulunmak yani savaş muhabirinin bölgedeki varlığı içeriği geri plana iter. Reuters’in savaş fotoğrafçısı Goran Tomasevic bu “en uçta” bulunma dürtüsünü New York Times gazetesinin internet üzerinden yayın yapan Lens adlı bloğuna verdiği röportajda şöyle ifade eder:

“Sadece ortalıkta geziniyordum. Kimi tanıyorum kimi tanımıyorum diye bakıyordum. Ve bana cephenin ön safına gitmemi sağlayacak fırsatı kimin verip veremeyeceğine odaklanmıştım. Dürüst olmam gerekirse Suriye’ye giderken belirgin bir beklentim yoktu.”

Çatışma bölgesine, en tehlikeli yere, en hareketli bölgeye gitmek aslında temel “beklenti”dir. Kurumun orada, hele de rakipleri yokken, temsil edilmesi büyük başarı sayılır. Bu geçmişten günümüze pek de değişmemiştir. Asıl değişim son yıllarda haberin üretim sürecinde haberin yaratımı için habere konu olan coğrafi noktaya gitmenin kendisinin, gidilen yerde yapılan haberin içeriğinin önüne geçmesi durumudur. Başka bir deyişle, günümüzde savaş muhabirliğinin bir tür performans gazeteciliğine, yani muhabiri haberin odağına yerleştiren ve savaşı muhabirin başrol oynadığı bir sahneye dönüştüren bir değişim geçirmiş olmasıdır.

Suriye’de yaşanan gelişmeleri bölgeye gönderdiği çalışanıyla yerinden duyurmayı hedefleyen ulusal ölçekli bir Türk gazetesi birinci sayfasında, muhabirini bir kontrol noktasında poz verirken gösteren iki benzer kareyi yayınlamakla yetinmeyip yine benzer bir üçüncü kareye de iç sayfasında yer verirken aslında orada olan biteni bir yönüyle aktarma amacında değilmiş de, orada bir muhabirinin olduğunu ispat etmeye çalışır gibidir. 

Çatışma bölgesinde olmanın bu denli önemli olması durumu, özellikle de muhabirini oraya gönderememiş, ama rekabette de geri kalmayı kabul edilir bulmadığından göndermiş gibi yapan medya kuruluşlarının varlığı ile daha da problemli hale gelmektedir.

Suriye çatışmasının en kanlı ve en zor cephesi Halep’e ulaşamayan bazı ulusal medya kuruluşlarının muhabirini Türkiye sınırına 5 km uzaklıktaki Azaz kasabası yıkıntılarında çektiği anonslara ait görüntülerle “muhabirimiz Halep’te” anonslarıyla tanıtması tam da bu problemli durumu ifade etmektedir.

Azaz görüntüleri üzerine Halep’ten ajans haberleri okununca izleyenler izledikleri favori kanallarının en gidilmez yere gitmesiyle herhalde gurur duymuşlardır. Televizyon kanalında bunlar olurken bir büyük gazete, muhabirinin Halep’te olduğunu gazetecinin vesikalık fotoğrafıyla hazırladığı logoyla duyurmakta ve muhtemelen logoyu beş gün öncesinin ajans fotoğraflarının üzerine kondurduğunun fark edilmesini önemsememektedir. Gazeteciliğin ulaşılmayan yere ulaşmaktan ibaret sayıldığı medyada ne söylediğiniz değil, olay yerine bakan yapma çiçekli, beyaz örtülü masa kurmuş olmakla ölçüldüğü bir kurumda önemsenmesi de beklenmez.

İliştirilmiş gazetecilik versus bağımsız gazetecilik

Geçmişte çatışma bölgesinde iki düzenli ordunun bulunduğu savaşlarda, savaş muhabiri ister istemez bu taraflardan birinin yanında olurdu. Günümüzde ise bir yanında düzenli ordunun, diğer yanında bireylerin, grupların ya da farklı biçimlerde adlandırılan örgütlenmelerin bulunduğu yeni savaş çevresinde bu durumun çok fazla değişmediği söylenmek zorundadır. Çünkü -zaman zaman istisnaları olsa da- gazetecinin çatışma bölgesinde özgürce dolaşıp haber toplama şansı olmaz. Cephede iki taraftan birinin yanında olmak öncelikle güvenlik kaygısıyla tercih de edilir. Ancak bugün düzenli ordunun yanında savaş alanına gitmek ve haber yapmak iliştirilmiş gazetecilik olarak tanımlanmaktadır.

İliştirilmiş gazetecilik 2003 yılında ABD'nin Irak'ı işgali sırasında ilk kez uygulanan, gazetecilerin doğrudan askeri birliklere dahil olarak çatışmalara katılması durumunu adlandırmak üzere kullanılmaya başlanmış bir terimdir. ABD ordusu 1991 Körfez Savaşı boyunca medyadan habere erişim zorlukları yaşadıklarına dair aldığı eleştirilere karşılık olarak bu yöntemi geliştirdiğini belirtmektedir. İliştirilmiş gazetecilik haber etiği açısından çok ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki iliştirilmişlikten savaşı; savaşın taraflarından biriyle izlemek anlaşılırsa iliştirilmiş gazeteciler her zaman ve her cephede ola gelmiştir.

İliştirilmiş olmanın ilettiği mesaj

İliştirilmişlik durumu ya da başka bir deyişle düzenli bir ordunun denetimindeki çatışmalı bölgelerden haber iletme pratiği, iliştirilmiş gazeteciliğe yöneltilen eleştiriler çerçevesinde medya kuruluşları tarafından özellikle belirtilen bir durumdur. Örneğin uluslararası haber ajanslarından biri Suriye’de yaşanan gelişmelere dair haberleri abonelerine servis yaparken; Suriye ordusu tarafından düzenlenen çatışma bölgesi medya turları sırasında çekilen fotoğrafların altlarına “bu fotoğraf Suriye ordusu tarafından düzenlenmiş resmi ve rehberli bir tur sırasında çekilmiştir” notu düşer.

Aboneler ve izleyiciler nezdinde saygı uyandıran bu not, Suriye çatışmasının medya tarafından nasıl izlendiği konusu üzerine daha derinlikli bir düşünüldüğünde anlamını bir nebze de olsa yitirir. Çünkü düzenli ordu rehberliğinde çatışma bölgelerinden haber iletmenin karşısına yerleştirilen de yine savaşın tarafı olan grupların rehberliğinde, onların denetimi altında olan bölgelerden haber iletmektir.

İliştirilmiş gazeteciliğin savaş muhabiri için yarattığı güvenlik hissine karşılık, savaşın diğer tarafı olan karşıt grupların peşinden gitmenin serbest, tehlikeli ve cesaret işi olduğu söylemi yaygınlaşmaktadır.

Suriye örneğinde de, taraflardan diğeri Özgür Suriye Ordusu’dur. OSO medyanın “davasındaki” önemini kısa surede anlamıştır. Bu yüzden kendi tarafından cepheye ulaşmaya çalışan gazetecilere olumlu bakmaktadır. Ortalama 1000 Amerikan Doları ödediğinizde sizi Türkiye sınırından geçirip bir hafta OSO kontrolü altındaki bölgelerde gezdirmekten keyif duyan gruplar vardır.

Suriye’ye girdiğiniz andan itibaren savaşçı gruplardan biriyle ya da gideceğiniz yere göre başka bazılarıyla çatışma bölgesinde dolaşıp haber yapabilirsiniz. Mesela iki Türk fotoğrafçısı gibi bir OSO grubuna takılıp rejime bağlı Sebbiha milislerinin yakalanmasını etkileyici karelerle fotoğraflayabilirsiniz. Uluslararası haber ajanslarına o fotoğrafları satarsınız bile ama o ajanslar o fotoğrafların altına “bu fotoğraflar OSO tarafından düzenlenmiş ücretli tur sırasında çekilmiştir” yazmaz. Hal böyle olunca abonenin ve izleyenlerin “acaba yakalanış fotoğrafları olan Sebbihaların cesetlerine ait görüntü de varken neden yargısız kurşuna dizilmelerine ait görsel yok” sorusunu sorma ihtimali azalır.

Taraflardan bağımsız gazetecilik

Özgür gazetecilikten kastiniz devletten, düzenli ordu ya da merkezi otoriteden bağımsız gazetecilik yapmaksa evet Suriye’de yapılan OSO tarafındaki gazetecilik özgürdür. Ama kastınız savaşın taraflarından bağımsız gazetecilik ise bu başta da söylediğimiz gibi istisnaları olan bir lükstür.

Suriye’ye girecek gazeteci OSO’ya 1000 Amerikan doları ödeyip muhasebesinin masraf kalemini o noktada kapatamaz. Habercilik pahalı bir iştir ve işi maliyeti giderek artmaktadır. Hal böyle olunca her ölçekte, mesela küçük ölçekte, medya kuruluşlarının cephede bulunması bütçeler dikkate alındığında imkânsızlaşmaktadır. Bu habere ulaşma açısından bir tekelleşme anlamına gelmektedir.

Büyük bütçeli uluslararası ajansların bölgeden sağladığı habere bağımlı kalan uzaktaki medya kuruluşları ellerindeki malzemeyle yetinmek zorundadır. Bu malzemenin sağlanması sürecinde denetleme ya gözlemleme şansı olmayan abone, ajansın merhametine kalmıştır. Oysa o ajansın bürosunda muhabirler ikiye bölünmüş, her grup diğerini taraf olmakla suçlamaktadır. Yani haber dediğimiz ve savaşın yaşandığı yere uzak insanların olup biteni anlamasını ve anlamlandırmasını sağlayacak olan enformasyonu içeren o “ulvi şey” –haber- en azından birinin taraf olması muhtemel, iki muhabirden birinin insafına kalmış, masum ve korunmasız servis edilmeyi beklemektedir.

Farklı statüler

Artan habere ulaşma maliyeti çatışma alanına girişi zorlaştırırken serbest çalışan ve maliyeti minimize eden bağımsız gazetecilere de iş olanağı sağlamaktadır. Freelancer dediğimiz bu grup daha zor şartların altına girmeyi göze alarak çatışma alanına ve o alanın en uç noktasına ulaşmayı; yarattığını satmak için gerekli görür.

Son dönemlerde bu tip çatışma alanlarında hayatini kaybeden gazetecilerin genellikle freelancer olmaları bu açıdan da değerlendirilmelidir. Freelancerlar müşterisine mal satmak için risk alırken, alıcı da kadrolu elemanını olay yerine göndermeyerek risk azaltmakta, sigorta maliyetlerini minimize etmekte ve sonuçta habere erişme maliyetini düşürmektedir. Remi Ochlik gibi bol ödüllü genç bir foto muhabirini en uçta bulunmaya iten dürtüler çok ve çeşitli olabilir ama kuşkusuz en belirleyicilerinden biri de “kimsenin gitmediği yere gitmenin ürettiği ürünü satmanın en garantili yolu olduğu gerçeğidir. Üzerinize bir bomba düşmezse para ve ün kazanırsınız. Düşerse ölürsünüz!

"Allah'a emanet ol"

Biraz romantik ve biraz kaderciyseniz ölümün sizi nerede yakalayacağına dair kestirmelerde bulunmaz “takdiri ilahi” dersiniz. Oysa kader ağlarını bir üçüncü dünya ülkesi medya kurulusunda çalışan için ayrı, bir uluslararası kurumda çalışan için ayrı bir freelancer için ayrı örer ve örülen ağın niteliği de pek bir farklı olur. Hep Suriye’den örnekledik oradan devam edelim:

Suriye’ye girip çatışmayı haberleştirecek uluslararası medya kurulusunun çalışanı gazeteci “düşman çevre” diye Türkçeleştirebileceğimiz “hostile environment” kursu almamışsa bölgeye adım atamaz. O sırada bölgeye doğru yola cıkmış üçüncü dünya ülkesinin ulusal ajansında çalışan gazeteci bu kursu bir aralar duymuştur. Kurumundan gazetecilerden birkaçı bu kursa gönderilmiş, oradan getirdikleri video ve kitapçıklarla o kursu taklit etmiş hatta beş günlük “yoğun” eğitimden başarı ile mezun olmayı bir yana bırakın kendi kurumlarında yaratılan “taklit” kursta “eğitmen” olma başarısını da sağlamışlardır.

Uluslararası kuruluşun muhabiri çelik yeleğini giyer ve yanında bir güvenlik danışmanı olduğu halde cepheye adımını atar. Ulusal ajansın çalışanı ise “Allah’a emanet ol” diyerek yolcu edilir. Sonra iki gazeteci de yaralanır. Biri çelik yeleğinin arasından giren şarapnel yüzünden diğeri vücuduna isabet eden mermi yüzünden. Üçüncü dünya ülkesinin ulusal ajansının muhabirinin üzerinde çelik yelek olmamasını kimse sorgulamaz. Yaralanmış olması “işte biz böyle kelle koltukta gazetecilik yaparız” mealinde sosyal medya mesajlarıyla taçlandırılır, tabiri caizse, dramdan pazarlama slogan çıkarılır.

Uluslararası bir kurumda soruşturma konusu olan yaralanma ulusal kurumda reklam malzemesidir. Freelancer ise ölmüştür. Çok çok ünlü olmadıkça modern ya da güvenli coğrafyalarda iş alamayan freelancerlardan biridir ölen. Sayıları çoktur bir süre sonra ölenler unutulur.

Sonuç

Bu yazıda anlatılanlar, savaş muhabirliği çerçevesinden savaşın gerçeği, bu gerçeğe muhabir tarafından nasıl ulaşıldığı, medya kuruluşu tarafından bu gerçeğin nasıl sunulduğu üzerine bir takım düşünceler içerse de, bunların eksik ve sistematik olmaktan uzak olduğu belirtilmelidir.

Savaş muhabirliğine dair bu anlatılanlar tartışmasız bir biçimde medyanın sorunlarının bir parçasıdır. Elbette günümüzde insanların dünyayı ve gündelik yaşamlarını anlamak ve anlamlandırmak için gereksinim duydukları enformasyonun çok büyük bir kısmını sağlayan medyanın daha demokratik, daha barışçıl, daha özgürleştirici olması için tartışan, çıkar yol arayan pek çok insan vardır.

Bu yazı öncelikle onlara bu arayışlarında yalnız olmadıklarını göstermeyi, onların tartışmalarına savaş muhabirliği alanından veri taşıyabilmeyi amaçlamıştır. Bunu yaparken en önemli olanı, yani haberin kendisini tartışma dışı bırakmıştır. Haberin kendisini tartışmak için haberin üretim sürecinden, bu sürecin yapısal yanlılıklarından, medya mülkiyeti, medya örgütünün kendisi ve medya çalışanlarının profesyonel ideolojisinden bahsetmek gerekir ki, bunların her biri ayrı bir yazı konusudur.

Ancak Suriye çatışmasından son bir örnekle bu yazı sonlandırılabilir. Savaş muhabiri Suriye’ye gitmiş, “o taraftan” ve “bu taraftan” bir şekilde haberini toplamıştır. O ne kadar bağımsız ve tarafsız bir biçimde haberini iletmiş olursa olsun süreç tamamlanmamıştır. Haberin ikinci durağı çatışmanın taraflarından biri olan OSO’ya uydu telefonu dağıtacak kadar ileri gittiği kanıtlanmış Arap kökenli uluslararası bir yayıncı kuruluş olabilir. O kuruluşun o “tertemiz” haberi nasıl bir biçime sokacağını belirleyen ise etik değil maalesef politikadır.  

Güncelleme Tarihi: 11 Ocak 2014, 13:36
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER